27 Aralık 2010 Pazartesi

Karalamalar - üç / şiirimtrak

Terazi

Az önce derin bir nefes aldı;
annesinin rahminden çıkıp,
doktorunun elinde baş aşağı,
poposuna şaplağı yiyen bebek
ve
içine tek bir kurşun koyduğu
dede yadigârı revolveri
şakağına dayayan kızcağız.
Tam aynı anda...
__________________________________


Yanıt

"Nedir?" diye sordular ona,
"çikolata ve bulut" dedi...
__________________________________

7 Aralık 2010 Salı

Karalamalar - iki / öykümtrak

Toplamda üç odalı, küçücük, kutu gibi bir evde yaşıyordu Kemal. Sınır tanımayan paranoyalarıyla bilinen annesi İmren, despot, sinirli fakat babacan tavırları geniş aile tarafından iyi bilinen babası Muzaffer, tamamen kendi dünyasına kapanmış ortanca kardeşi Kenan ve "büyük adam olma" peşinde deliler gibi ders çalışıp, aynı anda muzip olabilmeyi becerebilen ufak kardeşi Kâmil... Küçük kutu evini paylaştığı ailesi, bunlardan ibaretti.

Yirmibeş yaşındaydı Kemal. Onca yaşına rağmen ailesi ile yaşıyor olmak, içten içe üzüyordu onu. Sırf bu yüzden düzenli bir seks hayatı yoktu. Arkadaşlarını istediği zaman evine davet edemiyordu. Kazandığı paranın önemli bir kısmını bu evle ilgili aptal işlere harcıyor, ailesine sormadan kendi eğlencesi için tek kuruş ayıramıyordu. Evlenmesi gerekiyordu. En azından ailesinin ona söylediği buydu. Evlenmeliydi; o evden çıkmak istiyorsa evlenmeli, kendi yuvasını kurmalıydı.

Mutsuzdu Kemal. Adı "Kemal"di bir kere. Bir "Can", bir "Berk" kadar çocuk olamazdı. Olgun olmalıydı. Oyun oynamak yerine ders çalışmalı, arkadaşlarıyla buluşmak yerine kitap okumalıydı. Ata'sının adını vermişlerdi ona, layık olmalıydı. Doğduğunda "bebek", çocukluğunda "yetişkin", gençliğinde "yaşlı" idi. Böyle hissediyordu. Böyle olması gerektiği öğretiliyordu çocukluğunda. Bunun normal olduğu anlatılıyor, oyunun ipini kaçırdığında cezalandırılıyordu.
Yüzyüze iken her fırsatta onu aşağılayan bir babası vardı. Dışarıda Kemal'in olgunluğunu anlatarak övünen, arkadaşlarına hava atan babası Muzaffer, evde tam bir faşist lidere dönüşüyor, üç çocuğuna ve eşine evi dar ediyordu. Dayak yoktu belki Muzafferin literatüründe fakat "ego" vardı, "bencillik" vardı, "cimrilik" vardı... Liste uzadıkça, "dayak", tercih edilebilir kalıyordu Kemal'e göre. Gecenin bir yarısı şiir yazma ilhamı geldiğinde, babası uyanıp kızmasın diye, el fenerini alıp yorganın altına girmek zorunda kalmıştı Kemal pek çok kez. Sadece babasının bu düşüncesizliği bile onu bir hafta depresyonda tutmaya yetiyordu.
Annesi de anlamıyordu onu. Ne zaman babasını şikayet etse, "o senin baban, saygılı ol!" karşılığını alıyordu. Bu da yetmezmiş gibi annesi onu sürekli madde kullanmakla suçluyor, eve her geç gelişinde "bu sefer ne zıkkımlandın, lanet olası?" diye paylıyordu.
Diğer iki kardeşi de çok problemli birer ergenlik dönemi geçirmişlerdi ve nasıl olduysa, kardeşleri, anne-babasına söz geçirebiliyor, onlarla sonu bağrışmaya gitmeyen diyaloglar kurabiliyorlardı.

Çok iyi bir insandı Kemal. Madde kullanmak bir yana, kendini bildi bileli ne alkol, ne sigara sürmemişti ağzına. Ayda yılda bir, arkadaşlarıyla toplandıkça, ayıp olmasın diye, rakı içerdi bir duble, o kadar. Anlayışlı bir insandı aynı zamanda. Sabırlı, sevecen, eğlenceli, dürüst... Kime sorsanız, onu bu kelimelerden en az biriyle tanımlardı. Arkadaşları tarafından epey sevilirdi.

Sürekli birşeyler düşünürdü Kemal. Beyni beş dakika boş durmazdı. Her zaman; bir türlü unutamadığı, üstesinden gelemediği, kendi kendine tartışmaktan hoşlandığı, sorgulamaktan asla sıkılmayacağı şeyler vardı kafasında. Her dakika, her saniye düşünürdü. Sık sık düşünceler onu uykusundan bile alıkoyardı. Yatağın içinde sabahlardı, sadece düşünerek. Bazen düşünmek yetmezdi ona. O gün ağzının payını veremediği polis memuruna meydan dayağı çekerdi hayalinde. Ya da onu tersleyen kızın, aslında ona aşık olduğunu varsayıp, ufak bir de hikaye uydurup, o kızla sevişirdi hayalinde. Babasından intikam alırdı her gece yatağa girdiğinde. Aslında hiç yapmadığı, ve asla da yapamayacağı patlamayı, her gece farklı bir senaryoyla oynardı hayalinde. Hep haklı olandı, hep kazanırdı...
Eski kız arkadaşlarını düşünürdü sonra. Aldattığı kız arkadaşlarını, onu aldatan "kaltak" kız arkadaşlarını... Derken hayatı sorgulamaya başlardı. "Neredeyim?", "Nereye gidiyorum?" vs...

İş çıkışında arkadaşıyla buluşup kahve içmek için taksiye bindi Kemal. "Levent'e" dedi taksiciye, soğukça. "Peki" diye yanıtladı taksici, aynı tavırla. On dakika boyunca hiç konuşmadılar. Sonra taksici cep telefonunu çıkartıp birisini aradı. Konuşmanın ilk cümlelerinden taksicinin oğluyla konuştuğunu anladı Kemal. Kulak kesildi..

- eve geldin mi oğlum?

-.............

-hah. akşam işin yoksa çıkalım dışarıya da rakılayalım diyecektim. şöyle babalı oğullu haytalık yaparız biraz, içeriz falan.. yaparız birşeyler. ha, arkadaşlarınla buluşacaksan bilemem de, değişiklik olur diye düşündüm.

-............

-tamam oğlum, yedi-sekiz gibi hazır ol, ..........


...


Hüzünlendi Kemal. Neden bu aptal diyalogdan etkilenmişti bilmiyordu. Bu sıradan baba-oğul konuşmasından etkilenecek kadar zayıflamış mıydı karakteri? "Bir taksici bile oğluna böyle bir teklifle gelebiliyorken, benim günahım ne?" diye aptalca soruları düşünmekten alıkoyamadı kendisini. Yine düşünmeye başladı. Babası başta olmak üzere, hayatındaki herşeyden nefret ettiğini fark etti kendi kendine. Bunu fark etmesinde, üç gün önce babasının onu yirmibeş yaşında olmasına aldırmadan, bir çocuk gibi azarlamasının da etkisi olmuştu mutlaka. Babasıyla yaptığı tartışmaları düşündü Kemal. Hepsinin aslında babasının yüksek ses tonu ile performe ettiği birer monolog olduğunu farketti. Küçük çaplı bir aydınlanma yaşadı Kemal. Hayatı ile ilgili en ufak detaylardan bile ölesiye nefret ettiğini fark etti. Orada yaşamak istemiyordu. O şekilde, o şartlarda, o kadar uzun, o kadar sıkıcı, rutin, karmaşık, bağımlı, silik...
İstemiyordu.

Ağlıyordu Kemal. Oracıkta, taksinin içnde ağlıyordu, onca yaşına aldırmadan. Ne taksici sordu neden ağladığını, ne de Kemal paylaşmak istedi. İşi biten orospular gibi hissiz, soğuk ve umursamaz bir tavırla elini arkaya doğru uzattı taksici, parasını alabilmek için. Bu metafordaki sorunlu "orospu müşterisi" rolünü iyi oynuyordu Kemal. Parasını verdi, taksiden indi ve kapıyı kapattı tek kelime etmeden.
Arkadaşı ile uzun sohbetler edebilirdi, istemedi. İşini bahane ederek kısa kesti buluşmayı. Yapması gereken bazı şeyler vardı, bazı hayati şeyler...

Çantasından kağıt-kalem çıkardı Kemal. Birşeyler karaladı, dönüş yolunda bindiği taksinin şoförüne aldırmadan. Herkesten sır gibi sakladığı şiirlerine bir yenisini -belki de sonuncusunu- ekliyordu. Kafasından ise, alfabetik sırayla, hayatı geçiyordu film şeridi gibi.

Sıradışı bir adam olduğunu düşünüyordu Kemal. Bu yüzden, sıradışı bir şekilde yapmalıydı aklından geçeni.
Taksiyi boğaz köprüsünden önce durdurdu. Hava, aklındaki uçuk fikri gerçekleştirebilmesi için yeterince karanlıktı. Sıradan bir yerdi boğaz köprüsü. Sıradışı olacak olan ise korkuluklara değil, köprüyü ayakta tutan devasa kolonlardan birinin tepesine çıkacak olmasıydı. Gözleriyle göreceği son görüntü, eşsiz bir İstanbul manzarası olacaktı. Köprüyü inşa eden Japon işçiler hariç kimsenin görmediği bir manzara.

Koşarak, biraraya getirilmiş çelik kabloların üzerinden yukarı doğru tırmandı Kemal. Köprünün ayaklarından birinin tepesindeydi. Üzerinde ne varsa aşağıya atmaya başladı teker teker. Çırılçıplak soyundu. Elinde sadece son şiirini yazdığı kağıt parçası kalana dek herşeyinden kurtuldu. Bir süre beton kolonun tepesinde oturup manzarayı izledi. Büyüleyiciydi gerçekten. Şiirini okudu yüksek sesle. Aşağıda yavaş yavaş biriken kalabalık umrunda değildi. Onları görmedi bile. Hayatı boyunca aradığı, fakat bir türlü bulamadığı huzur duygusu bir anda tüm sıcaklığıyla bedeninin dört bir yanına hücum etti.

Gülüyordu Kemal. Yağmur başlamıştı ve ucuz şairlerin ekmek kapısı haline gelen "gökyüzü bana ağladı" dizesi aklına geldi. Katıla katıla gülüyordu. Hayatında hiç böylesine içten bir kahkaha atmamıştı. O an aklından ne ailesi, ne arkadaşları, ne işi, ne aşkı.. Hiç birisi değil, sadece kahkahasının yankıları geçiyordu. Düşünmüyordu hayatında ilk kez. Sonsuz bir boşluk kaplamıştı beynini. Kusursuz bir hiçlik...

Ayağa kalktı Kemal. Önce elindeki kağıt parçasını rüzgâra bıraktı, sonra da kendisini boşluğa...

...

O kadar kalabalığın içerisinde, rüzgârın tesadüfen kendi ellerine doğru uçurduğu kağıt parçasındakileri okuyana dek katlanılmaz bir vicdan azabı çeken babası, suçluluk duygusundan kurtulup, salt ölüm acısıyla başbaşa kaldı...



"Ağladı.
Bağırdı Canı Çıkana Dek..
Esaretinin Farkındaydı.
Geçmişi,
Hayallerinin Izdırapları,
İhtirasları,
"Jack" Kadehleri,
Lakırdıları...
Mahvetmişti Naif Ozanı.
Özgürlüğünü Prangalayıp,
Ruhunu Satmıştı Şiirlerine.
Terkedip Usunun Üstünlüğünü,
Vedalaştı
Yazgısının Zalimliğiyle... "