2 Şubat 2011 Çarşamba

Karalamalar -dört / öykümtrak

Sonunda başarmışlardı. Işık hızını aşıp yıllarca durmadan gidebilen, uzayın o eşsiz basıncına dayanıklı, içinde barınacak insanlara gerekli süre için yeterli teçhizatı barındırabilen, yılların araştırması, deneyi ve emeğinin ürünü uzay aracı, sonunda tamamlanmış, uzay sınırının dışına yapacağı yolculuğa her şeyiyle hazır edilmişti. İnsanlığın neredeyse başlangıcından beri peşinde olduğu pek çok soruya artık yanıt verilebilecekti. Üstelik görsel kanıtlarla birlikte.
İlk defa uzayın sınırının var olup olmadığı kesin kanıtlanacak, sınır varsa ötesinde ne olduğu görülecek, ve aslında "biz neyiz?" sorusunun cevabını, sonunda bir insanoğlu gözleriyle görüp verebilecekti.
Bütün dünya, buraya odaklanmıştı. Dünya üzerinde yaşamakta olan her bir insan, bütün işini gücünü bırakıp televizyon veya internet başında bu en büyük proje hakkında yaşanan gelişmeleri takip ediyordu. Bir kişi hariç; ben.
İnsanlık tarihinin bu en büyük projesinin merkezi seçilmiştim. O uzay aracıyla uzayın sınırötesine yapılacak yolculuk, bana lütfedilmişti. Bebekliğimden beri tek tutkum olan uzay, bana kendisiyle yakından tanışma fırsatı sağlamıştı sonunda. Sadece yatmadan önce hayalini kurabildiğim bir yolculuğu gerçekten yapmak üzereydim. Sevinçten uçuyordum. Birazdan uzay aracının roketleriyle, kelimenin ilk anlamıyla da, uçacaktım. Hem de uzayın derinliklerine, taa sınırına ve hatta ötesine!..
...
Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Aracın mekaniği ile ilgili son kontrollerin tamamı yapıldı, merkezle bağlantı test edildi, aracın üzerinde ve içinde hiç durmadan kayıt yapacak kameralar kontrol edildi, yakıt konuldu, araç fırlatma rampasına bağlandı, görevli herkes, işi biter bitmez güvenli bir uzaklığa çekildi ve son geri sayım başladı. 10.. 9.. 8..
Araç yoğun sarsılmalar eşliğinde hareket etmeye başlamıştı. Yeryüzü ile bağlantım, belki de son kez, kesildi. Yavaş yavaş atmosfere yaklaştım, onu geçtim ve giderek artan bir hızla yörüngeye oturdum. Kısa bir süre yörüngede kaldıktan sonra yönümü, uzayın o güne kadar keşfedilen şekli ile, olası çıkışına en yakın olduğu öngörülen doğrultuya çevirdim ve yörüngeden çıkar çıkmaz, güneş sisteminin dışına çıkana kadar aracı yüksek hızda sabitledim. Yörüngeyi çıkana kadarki sarsıntılı yolculuk bitince araç bir bulut huzmesinden aşağıya kaymakta olan bir kar tanesi kadar narin süzülmeye başladı. Aracın o anki hızı ile yeryüzünde yapılacak herhangi bir yolculuk bir insanın içini dışına çıkarabilirdi kolaylıkla. Fakat orada, uzay boşluğunda, insanın içini gıdıklamaktan başka bir şey olmuyordu. Tam o anda Debussy'nin "Prélude à l'après-midi d'un faune" adlı eseri çalmaya başlamıştı beynimde. Bir hiçlik içinde süzülüyormuş hissini iliklerime kadar yaşarken başka hangi müzik düşünülebilirdi ki? "Bir perinin öğleden sonrası"nı yansıtmasına rağmen bu eser, uzay boşluğunu da tasvir ediyordu sanki. En azından ben, bilgisiz, basit bir dinleyici olarak, öyle düşünüyordum.
Yavaş yavaş güneş sistemi gezegenlerinin yanından geçerek dışarıya çıkıyordum. Mars'ı geçtim önce. Bizim şu meşhur "kızıl gezegen". Sonra Jüpiter. Roma mitolojisinin tanrılar tanrısı. Satürn geldi sonra. Merkezini çevreleyen disk, yakından daha da büyüleyici görünüyordu gerçekten. Bir toz yığını, bu kadar mı güzel olabilirdi? Uranüs ve Neptün vardı sonra. Mitolojik çağrışımlar eşliğinde, en son Plüton'u gördüm. Dışlanmış ex-gezegen. Yazık. O kadar minik ve sevimli görünüyordu ki, "Tamam. Gel, sen de gezegensin bundan sonra. Üzülme" deyip bağrıma basacaktım neredeyse.
...
Birkaç yıl sonra güneş sisteminden çıktım. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinden çıkabilmem için birkaç onyıl daha ışık hızının çok üstünde seyahat etmem gerekti. Bu süre boyunca hayatımı rutine oturmayı başarmıştım. Günlük işlerimi ufak bir uzay mekiği içinde görebiliyordum. Mutluydum. Hele Samanyolu'ndan uzaklaşıp da arkama baktığımda olanca güzelliğiyle gözlerimin önüne serilmiş bir galaksi dolusu gezegen görmek, çocukluğumu gözümün önüne getirerek ilahi bir mutlulukla doldurdu içimi.
Çocukken oynadığım evcilik oyunlarında hep astronot olurdum. Kimi zaman gezegenleri toplayıp kavanozlara doldurur, kimi zaman başka gezegenden arkadaşlarla oyunlar oynardım. Uzaydı benim mekânım; o zamanlar bir hayalden ibaret olan fakat şimdi tüm hücrelerime kadar hissedebildiğim uzay.
...
Gündüz ve gece gibi kavramları unutalı yıllar olmuştu. Enerjimi mükemmel bir şekilde ayarlayabilmek için tıpkı dünyadaki gibi yirmidört saatlik periyotlara ayırıyordum zamanımı. Tabii ki dünya zamanına göre değil, kol saatime göre!..
Zaman, göreceli bir kavramdır. Dolayısıyla dünyadaki türdaşlarıma göre çok daha yavaş yaşlanıyordum uzayın derinliklerinde. Zor bir kavram "görecelik". İnsanın algıları şaşıyor doğrusu.
...
Uzun yıllar süren yolculuğumun sonunda, her şey olağan giderken, ileride uzayın zifiri karanlığından oluşan, akılalmaz büyüklükte bir duvar gördüğümü sandım bir an. Gözlerime inanamadım önce. Tıpkı filmlerdeki gibi gözlerimi ovalayıp iki tokat attım kendime. Hatta koluma da çimdik attım rüya mı görüyorum acaba diye. Hem tokatları, hem çimdiği tüm acısıyla hissetmiştim; rüyada da değildim, halisünasyon da görmüyordum. Uzay bitmek üzereydi! Uzay.. Düşüncelerimizde bile bir sınır çizmeyi başaramadığımız uzay.. Birazdan bir ademevladı bu kara incinin dışına adım atacaktı. "Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım" dediğin böyle olur dedim Neil amcaya hitaben. Onun ay üzerinde yaptığı şirin, zıplarcasına yürüyüşün benzerini, ben de sevinçten çıldırırcasına uzay aracımın içinde yapıyordum. Eğer aracın içinde başka birisi daha olsaydı, "deli" damgasını çoktan yemiştim. Ben deliredururken, duvarımsı karartı gitgide yaklaşmıştı. Artık burun burunaydık. Bilinmezliğe olan yolculuğumda, bilinmezliğin de ötesine geçiyordum böylece. Duvarın içinden geçerken herşey öylesine yavaştı ki, Bir an zaman durdu zannettim. Yaşam denilen şeyin anlamsızlığından dem vurup dururdum dünyadaki zavallı hayatımda. Uzayın sınırı içimden geçerken yaşamı anlamak, kelimelerle tarif edilemeyecek bir duyguydu. Eğer öyle birşey varsa, Nirvana'ya varmıştım kendimce.
...
Bu eşsiz boşalımı yaşadıktan sonra gözlerimi yavaş yavaş araladım. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum; doğal olarak korku ve merak duyguları istila etmişti benliğimi. Yavaşça aralanan gözkapaklarımın arasından, tıpkı dünya atmosferinden çıktığımda gördüklerime benzeyen ışıklar sızmaya başladı. Uzaklarda yıldızlarımıza benzeyen parlaklıklar görünüyordu. Arkama baktım. Kocaman, simsiyah bir yuvarlak, daha önce yaptığım kara inci benzetmesini haklı çıkarırcasına, olanca ihtişamıyla orada duruyordu. Bir kez daha büyülenmiştim.
...
Fakat bir gariplik vardı. Sersemliğimi üstümden atıp da biraz çevreyi incelediğimde, içinde bulunduğum şey her neyse, güneş sistemimize çok benziyordu. Zira on saatlik bir araştırma neticesinde fark ettim ki, uzay diye bildiğimiz kara yuvarlak, benzer başka kara yuvarlaklarla dipdibeydi; tıpkı bir üzüm salkımı gibi. Daha da ilginci salkım formundaki "uzay yumağı"nın etrafında, bir yörüngeye sahip, sekiz gezegenimsi küre vardı. Bir süre sonra bulunduğum yerin başka bir gezegen sistemi olduğu fikrine varmıştım fakat bu fikrin yanlışlığını anlamam uzun sürmedi. Tek tek detaylara baktığımda gezegen sistemine çok benzese de, büyük resim, bir atomun yapısıyla birebir örtüşüyordu. Bir atomun içindeydim. Yani... Herşey, hepimiz bir atomun çekirdeğinin içinde, bir atomun parçasıydı, parçasıydık. Evim, arabam, arkadaşlarım, şehrim, ülkem, gezegenim... Her şeyim... Sekiz elektronlu bir oksijen atomunun parçasıydı. Farkına bile varılamayacak küçük parçalarıydı belki ama neydi "küçük"? Neye göre? Veya "büyük" neydi? "Uzun", "kısa", "yaşlı", "genç"... Tüm ölçü birimlerinin içi boşalmıştı bir anda. Beynim allak bullak olmuştu. Fazlaydı bu bilgiler benim sınırlı beynime. Hele de bu oksijen atomunun, tıpkı dünyada olduğu gibi, iki hidrojen atomuyla birleşip "su" oluşturabilme ihtimali -ki muhtemelen bu gerçekti- bile bir insanı delirtmeye yeterliydi. Oluşan su hangi nehiri veya gölü oluşturuyordu? Nereye akıyordu? Nasıl bir gezegendeydi? Ya da bir gezegende miydi? Gezegende değilse nasıl bir göktaşındaydı? Belkide orada bambaşka bir sistem vardı; yani ne gezegen vardı, ne yıldız, ne göktaşı...
Bunları düşündükçe aklımın yerinden oynadığını hissedebiliyordum. Göz göre göre deliriyordum ama bu soruları sormaktan alamıyordum kendimi.
Aslında algılayamadığım şey, evren diye bildiğimiz oluşumun sonsuz bir kısırdöngünün parçası olduğu fikriydi. Sonsuzluktu kısaca.
Evren, bir atomun parçasıydı; o atom da herhangi bir maddenin yapıtaşıydı; o madde bir gezegendeydi; o gezegen bir güneş sisteminin içinde, yörüngedeydi; o güneş sistemi bir galaksinin içindeydi... Böylece uzayıp giden fakat bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlayan sonsuz bir çemberden ibaretti herşey.
Olmuyordu, aklım almıyordu bir türlü.
...
Merakıma yenik düşüp -aslında dünyaya geri dönmem gerekirken- atomun dışına doğru yoluma devam ettim. Öğrenmeliydim. Sonsuzluğu gözlerimle görmeliydim. Aksi takdirde sonsuzluk fikrini algılayamayan beynim, kendini imha edecekti.
İlerledikçe enerjimi ve akıl sağlığımı kaybediyordum. Kendimi de bir kısırdöngünün içine sokmuştum. İnsanoğlunun lanet zayıf iradesi, kendini yok etmek üzere programlanmış diye düşünürdüm hep. Haklıymışım.
...
Kendime dair hatırladığım son şey; onca soruya verilecek sağlam cevaplarım olmasına rağmen ortada hâla yığınla soru olduğu gerçeğiydi.
Elde edilen her bilgi, yanıtlanan her soru, başka soruları doğuruyordu. Hayat, sonsuzluğun ta kendisi ise ve bizim bunu algılama ihtimalimizin olmaması, hayatın -o ana kadar gördüğüm- en acı gerçeği ise, gerçekten anlamsızdı!
...
Kendimi bu büyüleyici sonsuzluğa bırakarak onunla bir olma, bütünleşme fırsatım varken elimde, ne diye dünyaya dönecektim ki? Zira yedi milyar aklını yitirmiş yaratık, bir gezegen için fazla olurdu. Hiç öğrenmeseler daha iyi; saçma ilahi masallar uydurup ona inansınlar, büyük bir gücün her şeyi yönettiğini zannedip tapınsınlar, birbirlerine "uzaydan bakınca ne kadar da küçüğüz değil mi?" diye sorup fantaziler kursunlar...
...
Aslında her şey, insan; insan, her şeydir. Bu sonsuzluğun algılandığı gün, geride kalan türdaşlarım da, benim gibi sonsuzluğa erecek. Üstelik kendilerini, çırılçıplak, bir atom çekirdeğinin içine bırakmak zorunda kalmadan!