29 Ağustos 2011 Pazartesi

Karalamalar - altı / öykümtrak

Çırılçıplak yürüyordum. Daha önce hiç tatmadığım zevklerin beni beklediğini bildiğim fakat nerede olduğu konusunda en ufak bir fikrimin olmadığı o meşhur mekana doğru yürüyordum. İçgüdüsel olarak parlak beyaz ışığı takip ediyordum. Ne nerede olduğum konusunda bir fikrim vardı, ne de neden oraya doğru yürüdüğüm konusunda. Sadece çırılçıplak yürüyordum. Işıktı kılavuzum.

Arada bir çok derinden ve bulanık bağırışlar duyuyordum fakat yine içgüdüsel olarak duymazdan geliyordum hepsini. Duymamam gerektiğini düşünüyordum. İçgüdülerim kontrolümü ele geçirmişti bütünüyle.

Belirli aralıklarla parlayan şimşekler bir anda yolumun başına geri gönderiyordu beni. Buradaki şimşekler, dünyadakilerin tam tersine, bir anlığına zifiri karanlığa bürüyordu her yeri. Ve karanlık çekildiğinde yolun başında buluyordum kendimi. Tam yedi kez yolculuğuma baştan başlamam gerekti. Sekizinci şimşek çaktığında ise çok yaklaşmıştım yolumun sonuna. Neredeyse üzerinde görülmemiş güzellikte işlemeler olan devasa kapıdan girmek üzereydim ki, sekizinci şimşek çakıverdi. Yine başa döneceğimi ve hiç mızmızlanmadan aynı yolu tekrar yürüyeceğimi biliyordum. Bu şimşeklerin sonu gelecekti elbet.

Sekizinci şimşeğin karanlığı çekildiğinde farklı bir yerde buldum kendimi. Bir ormandaydım. Büyülü bir orman olmalıydı burası. Devasa bir kraterin tam ortasında gibiydim. Yanı başımda kraterin tam ortasında, tek başına ayakta durmaya çalışan bir ağaç vardı. Ona en yakın ağaç en az yirmi metre uzaktaydı. Daha doğrusu yalnız ağacın yirmi metre uzağından itibaren kraterin tepesine kadar daireler halinde uzanan sık bir orman vardı. Bir beyzbol sahasının ortasında tek başına duran biri gibiydi yalnız ağaç. Ormanın sakinleri de beyzbol sahasının tribünlerini dolduran kalabalık gibi omuz omuza vermiş ortada yalnız başına topraktan suyunu, havadan oksijenini ve güneşten enerjisini almaya çalışan yalnız ağacı izliyordu. Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu çünkü hepsi çok derinlere kök salmışlardı ve hareket edemiyorlardı. Kökleri de birbirlerine dolanmıştı üstelik. Belki havada kapar da kendi üzerine yapıştırır diye arada bir birkaç yapraklarını yalnız ağaca doğru gönderiyorlardı, hepsi bu. Rüzgarın yaprakları ona ulaştırmasını dilemekten başka ellerinden birşey gelmiyordu.

Minik sincaplar, tavşanlar, geyikler, kaplumbağalar ve daha nice sevimli yaratık ise orman ile yalnız ağaç arasında mekik dokuyup yalnız ağacı ayakta tutmaya çabalıyorlardı. Onlar da yapacak birşeyleri olmadığını bildikleri halde çırpınan orman sakinlerinden bir farkları olmadığını biliyorlardı ama yine de deniyorlardı.

Sonra bir anda yalnız ağaca dönüştüm. Gözlemci olmaktan çıkıp ortadaki yalnız ağacın ta kendisi oluvermiştim. Reçinem, yapraklarım ve köklerim hortumlarla biryerlere bağlanmıştı. Minik sincaplar içinden reçinemin geçtiği hortuma devamlı olarak büyü yapıyorlardı. Yapraklarımın bağlı olduğu hortumlara devasa tekboynuzlar durmadan üflüyordu. Kentauroslar ise büyük bir panik içinde köklerimin hasarlanan kısımlarını orman meyvelerinden yaptıkları iksirlerle onarmaya çalışıyorlardı.

Gözüm hemen orman sakinlerinin arasında özellikle bir tanesini aradı. İçgüdülerim tekrar devreye girmişti. Algıda seçicilik burada da işliyor olmalıydı ki hemen bir tanesine odaklanıverdim. Diğer orman sakinlerine göre en fazla yaprağı gönderen oydu ve neredeyse benim kadar harap görünüyordu. İki büklüm olmuştu fakat en kuvvetli iki dalını dik tutmayı başarmıştı. O iki dalında ise birer orman perisi oturmaktaydı. O an sahip olduğum limitli enerjinin kaynağının bu iki orman perisi olduğunu hissettim. Beni çürüyüp yıkılmaktan koruyan onlardı, onların büyüleriydi. Yıkılmamam gerekiyordu. O orman perilerinin bunca çabası, enerjisi boşa gitmemeliydi. Dayanmalıydım.

Bu yoğun mücadele bir süre daha devam etti. Sonra bir anda gökyüzü yarıldı ve devasa bir ışık huzmesi zaten aydınlık ve parlamakta olan ormanı ışığa boğdu. Mucizevi büyüklükteki bir dişbudak ağacının silüeti sızdı gökteki yarıktan içeri.
"Benim sevgili minik kozalağım! Ormandan uzak ve yalnız başına yaşamak için daha çok erken!. Ormanın sana, senin de ormana ihtiyacınız var. Hadi, minik kozalak.. Çok bile kaldın orada yalnız başına.. Ben kudretli Yggdrasil olarak merhametli Toprak Ana'ya emrediyorum! Bu yavrucağımın diğerlerinin arasına karışmasına izin ver!. Daha içine çekebileceğin pek çok minik kozalağım var. Ama şimdi değil, bu minik kozalağım hiç değil.. Hep yaptığın gibi, yine merhamet et!!..."

...

Gözlerimi araladığımda etrafımın, gözleri bana dikili halde bekleyen beyaz önlüklü insanlarla çevrili olduğunu gördüm. Ne olup bittiğini algılayamadım uzunca bir süre fakat ilk duyduğum cümleler kulağımdan hiç çıkmadı..

"Aman tanrım! Bu bir mucize! Uyandı!!.. Hastamız komadan uyandı!!.."

...

Adımın Eski Türkçe'deki karşılığı "son" olabilirdi fakat bu benim "son"um değildi.. Uzunca bir süre de olmayacaktı..

16 Ağustos 2011 Salı

Ordinary Loser

Once upon a time
There was this guy
With a gigantic head.

He commited a crime
But since he was high
Him, the cops nailed.

He lacks even a dime
His freedom could he buy
So the sheriff said.

He paid his fine
As years passed by
Lots of tears he shed.

He tried to rhyme
"To live" and "to die"
But he failed.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Kadraj - bir

Yeni bir seriye başlıyorum bu yazıyla birlikte; Kadraj!
Nedir Kadraj? Açıklayayım efendim..
Malumunuz özellikle son yıllarda ortalık "fotoğrafçı"dan geçilmez oldu. Eline Nikon'unu alan "ben de fotoğrafçıyım zira yakın plan portreler, boş sallanan salıncaklar, karda ayak izleri veya gün batımı fotoğrafları çekiyorum." deyip sokaklara fırlıyor, bu da fotoğrafçı popülasyonunda ciddi bir artışa sebep oluyordu. Tahmin edeceğiniz gibi ben de (bir ergenlik hevesi olarak) bu artistik uğraşa eğilim gösterdim. Fakat bir problem vardı; fotoğraf çekemiyordum!!.. Kafamda milyonlarca fotoğraf karesi, elimde makina ve epeyce de boş zamanım varken neticeler(fotoğraflar) üzerine sıçmık sürülmüş, sidik suyuyla marine edilmiş kağıt parçalarından öteye gitmiyordu..
Ben de düşündüm taşındım ve "madem fotoğraf çekemiyorum, hiç olmazsa aklımdaki kareleri yazarak paylaşayım, okuyan da kadrajı kafasında canlandırsın.. İnteraktif fotoğrafçılık diye bişeymiş bu meğersem" şeklinde bir çıkarım yaptım. Fikir güzel geldi, deneyeyim dedim.
Şimdi en son aklıma gelen fotoğraf karesini tarif edeceğim, siz de okuyup kafanızda canlandıracaksınız.. Muhtemelen bi s.ke benzemeyecek zira fotoğrafçılıktan ve terimlerinden zerre anlamam ama olsun.. Göster kendini Tasvir Power!

____________________________________________

Fotoğraf siyah-beyaz, çok karanlık değil.
Işık genel olarak fotoğrafçının sağ-arkasından geliyor.
Kare boyunca uzanan bir duvar var ve karenin sağından ortasına doğru küçülmekte (perspektif). Duvarın üzerinde rastgele yapıldığı anlaşılan çentikler var (yaklaşık 7-8 tane). Her 4 dikey çentik 5. yatay çentikle bütünlenmiş. Belli ki birisi gün sayıyor.
Karenin solunda göğüslerine kadar kadrajda olan, kısa, dağınık, siyah saçlı, zayıf, çelimsiz bir simaya sahip, yüzü gözü kir-pas içinde, minik burunlu, çıkık alınlı, (üstüne düşen ışık-gölgeler sayesinde anlaşılan) kurumuş, çatlamış dudaklı bir kız var. Yüzü boncuk boncuk terlemiş. Çıplak. Görünen göğsü zayıflıktan neredeyse göğüs kafesine yapışmış. Sol eli görünmüyor, sağ elinin tırnağıyla duvara bir çentik daha atmaya çalışıyor. Tırnağından aşağıya kan damlıyor. (daha önceden açtığı çentiklerden olsa gerek) Eli, bileği, kolu kurumuş kan ile kaplı. Acı çektiği barizken, suratında acıdan eser yok. Hırs, kararlılık, yorgunluk ve umut harmanlanmış yüzünde ve gözlerinde.
____________________________________________