açıkça anlaşılabildiği üzere başlığın ilhamını "şair evlenmesi"nden aldım. çok yaratıcıyım..
bu yazıda, bir deli olarak, evlilik, nişan, kına, düğün, gerdek, çoluk, çocuk vesaire konulara nasıl huninin deliğinden baktığımı yazacağım. ya kısmet..
"Evlilik, sevişmek için devletten alınan resmi izindir." şeklinde iddialı bir cümleyle açılışı yapmak istiyorum. "oha, hayvan!", "ne ar kalmış, ne namus!", "sen evlenme.. çoluğun çocuğun olmasın, soyun kurusun.. p.zevenk!" şeklinde tepkiler duyuyorum.. şş.. sakin..
iki saniye arkanıza yaslanıp düşünün.. bi çift hayal edin.. evlenmek üzereler.. muhtemelen defalarca sevişmişlerdir düğün gününe kadar.. sevişmeyeni de var. olabilir. saklama kabı olarak da kullanılabilir malum şeyler.. tabi.. konudan saptım bi dakka.. heh.. hayali bi çiftimiz var. bu çiftin düğününe gelen onlarca insan, o çiftin düğün gecesi takır takır sevişeceğini bilir. kimse dile getirmese de enteresan bir gerilim vardır düğünlerde. takı takarken aklından geçen esprileri damadın yüzüne söyleyemezsin bir türlü, damat en yakın arkadaşın bile olsa.. "ben şimdi sana para takıyorum, sen de akşam geline takarsın.. mehehahah..", "sana milli forma aldım hacım, yarın sabah kargoyla gelicek... mehehe..", "tüm mermileri bu gece harcama olum.. balayına da kalsın.. meheheh".. pis pis, pişkince espriler.. hep içinizde patlar.. gelinin akrabaları ise çaktırmadan kâbus yaşar.. neden?.. açıklayayım..
"s.kmek" ve "s.kilmek" diye iki kavram var.. birinci anlamları dışında kullanıldığında birincisi kral tacı olur, ikincisi yerin dibine geçmeyi gerektiren bir çehreye bürünür.. sadece bizim toplumumuzda değil.. "I fuck" başka, "I'm fucked" başka..
bence bu ayrım tıpkı ülkemizdeki "kız-kadın" ayrımı kadar mide bulandırıcı. ama yapacak birşey yok..
gelin tarafının yaşadığı kâbus işte bu iğrenç kavram ayrımından kaynaklanıyor. biliyorlar ki biricik kızları o akşam gidici.. ama çaktırmıyorlar çünkü ayıp.. gerçekten iğrenç bir toplumuz vesselam..
nişan, kına vesaire gelenekler ise "madem evleniyoruz, neden akrabaları soyup soğana çevirmeyelim ki lan??" fikriyle ortaya atılmış delisaçmalarıdır. kına k.ça yakılır.. birinin kötülüğünü istersin, eğer gerçekleşirse "k.çına kına yak" derler adama.. budur.. yoksa "yüksek yükseeeek teepeeleeereeeeee.. " fln.. bs.ktiringidin..
kaldı ki, dünyada kapitalizm yerine anarşi olsaydı, evlilik diye birşeye ihtiyacımız olmayacaktı. çünkü sırf çocuğumuzun bir soyadı olsun, bürokratik işlerini yapabilsin, devlet hizmetlerinden faydalanabilsin diye gidip evlilik cüzdanı alıyoruz aslında.. bunu kabullenmek istemediğimiz için "evlilik" kavramına bir dünya anlam yüklüyoruz, bi romantizm katmaya çabalıyoruz fln.. how pathetic!!..
çoluk çocuğa karışma kısmı ise tam bir enayilik safhası.. resmen insan kendi rızasıyla kendi hayatından vazgeçiyor, herşeyini çocuğuna göre ayarlıyor, çocuğu için yaşamaya başlıyor.. sonra çocuk büyüyünce de "yemedim yedirdim, içmedim içirdim" diye beyhude çemkirmelere girişiyor.. e çemkirecekdiysen yapmayaydın çocuğu? çocuğu yapıyorsan kendini unutacaksın hacı. söylemediler mi sana? o çocuk kendi parasını kazanıp kendi evine taşınana kadar, sen kendin için yaşayamıycaksın moron.. çocuk evden taşınınca da zaten çok yaşlanıcaksın, hayatın tadını çıkarmak için çok yorgun olucaksın.. sonra da "bana bakmıyolar. beni sevmiyolar" diye yine çocuğuna çemkireceksin.. sonra zaten ölüp gidiceksin.. e nooldu? yandı gülüm keten helva.. o kadar hayal kur sen gençken "zengin olucam, tekne alıcam, dünyayı turlıycam, havuzlu villam olucak boğazda.. japon s.kmeden ölmicem hacı. bi de banci camping yapıcam.." diye... koy çocuğu, hayatın kararsın..
evlenmeyin arkadaş.. kimse evlenmesin. sevişin bol bol, gezin tozun, sırlarınızı paylaşın ama evlenmeyin.. kıymayın kendinize..
gidin japon s.kin abi!..
16 Ekim 2011 Pazar
3 Ekim 2011 Pazartesi
Harikalar Diyarı
kuzeyinde
tepesinden mütemadiyen lav akan
büyülü bir yanardağ var
kıpkızıl..
güneye indikçe
tam ortasında
güneye inmeye devam eden
devasa sıradağların başlangıcının bulunduğu,
doğuya ve batıya uzanan
şerit halinde iki gür orman ..
kapkara..
her iki ormanınn
güneydeki sınırları
iki kocaman göle bakıyor..
masmavi..
ormanları ve gölleri
ortadan ayıran
kuzeyden güneye uzanmış
heybetli sıradağların bittiği yerde ise
dünyanın derinliklerine dek uzanan
derin bir mağara
ve bu mağaranın girişinin etrafında
oksitlenmiş topraklar yığını..
kıpkırmızı..
mağaranın güneyinde ise
minik, şirin bir tepe
üzerinde günbatımı izlensin diye
yaratılmışçasına
öylece duran..
...
buldum burayı sonunda
ama ne pasaportum var
ne vizem..
hayalimde yaşamaktan başka
yok çarem..
tepesinden mütemadiyen lav akan
büyülü bir yanardağ var
kıpkızıl..
güneye indikçe
tam ortasında
güneye inmeye devam eden
devasa sıradağların başlangıcının bulunduğu,
doğuya ve batıya uzanan
şerit halinde iki gür orman ..
kapkara..
her iki ormanınn
güneydeki sınırları
iki kocaman göle bakıyor..
masmavi..
ormanları ve gölleri
ortadan ayıran
kuzeyden güneye uzanmış
heybetli sıradağların bittiği yerde ise
dünyanın derinliklerine dek uzanan
derin bir mağara
ve bu mağaranın girişinin etrafında
oksitlenmiş topraklar yığını..
kıpkırmızı..
mağaranın güneyinde ise
minik, şirin bir tepe
üzerinde günbatımı izlensin diye
yaratılmışçasına
öylece duran..
...
buldum burayı sonunda
ama ne pasaportum var
ne vizem..
hayalimde yaşamaktan başka
yok çarem..
29 Ağustos 2011 Pazartesi
Karalamalar - altı / öykümtrak
Çırılçıplak yürüyordum. Daha önce hiç tatmadığım zevklerin beni beklediğini bildiğim fakat nerede olduğu konusunda en ufak bir fikrimin olmadığı o meşhur mekana doğru yürüyordum. İçgüdüsel olarak parlak beyaz ışığı takip ediyordum. Ne nerede olduğum konusunda bir fikrim vardı, ne de neden oraya doğru yürüdüğüm konusunda. Sadece çırılçıplak yürüyordum. Işıktı kılavuzum.
Arada bir çok derinden ve bulanık bağırışlar duyuyordum fakat yine içgüdüsel olarak duymazdan geliyordum hepsini. Duymamam gerektiğini düşünüyordum. İçgüdülerim kontrolümü ele geçirmişti bütünüyle.
Belirli aralıklarla parlayan şimşekler bir anda yolumun başına geri gönderiyordu beni. Buradaki şimşekler, dünyadakilerin tam tersine, bir anlığına zifiri karanlığa bürüyordu her yeri. Ve karanlık çekildiğinde yolun başında buluyordum kendimi. Tam yedi kez yolculuğuma baştan başlamam gerekti. Sekizinci şimşek çaktığında ise çok yaklaşmıştım yolumun sonuna. Neredeyse üzerinde görülmemiş güzellikte işlemeler olan devasa kapıdan girmek üzereydim ki, sekizinci şimşek çakıverdi. Yine başa döneceğimi ve hiç mızmızlanmadan aynı yolu tekrar yürüyeceğimi biliyordum. Bu şimşeklerin sonu gelecekti elbet.
Sekizinci şimşeğin karanlığı çekildiğinde farklı bir yerde buldum kendimi. Bir ormandaydım. Büyülü bir orman olmalıydı burası. Devasa bir kraterin tam ortasında gibiydim. Yanı başımda kraterin tam ortasında, tek başına ayakta durmaya çalışan bir ağaç vardı. Ona en yakın ağaç en az yirmi metre uzaktaydı. Daha doğrusu yalnız ağacın yirmi metre uzağından itibaren kraterin tepesine kadar daireler halinde uzanan sık bir orman vardı. Bir beyzbol sahasının ortasında tek başına duran biri gibiydi yalnız ağaç. Ormanın sakinleri de beyzbol sahasının tribünlerini dolduran kalabalık gibi omuz omuza vermiş ortada yalnız başına topraktan suyunu, havadan oksijenini ve güneşten enerjisini almaya çalışan yalnız ağacı izliyordu. Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu çünkü hepsi çok derinlere kök salmışlardı ve hareket edemiyorlardı. Kökleri de birbirlerine dolanmıştı üstelik. Belki havada kapar da kendi üzerine yapıştırır diye arada bir birkaç yapraklarını yalnız ağaca doğru gönderiyorlardı, hepsi bu. Rüzgarın yaprakları ona ulaştırmasını dilemekten başka ellerinden birşey gelmiyordu.
Minik sincaplar, tavşanlar, geyikler, kaplumbağalar ve daha nice sevimli yaratık ise orman ile yalnız ağaç arasında mekik dokuyup yalnız ağacı ayakta tutmaya çabalıyorlardı. Onlar da yapacak birşeyleri olmadığını bildikleri halde çırpınan orman sakinlerinden bir farkları olmadığını biliyorlardı ama yine de deniyorlardı.
Sonra bir anda yalnız ağaca dönüştüm. Gözlemci olmaktan çıkıp ortadaki yalnız ağacın ta kendisi oluvermiştim. Reçinem, yapraklarım ve köklerim hortumlarla biryerlere bağlanmıştı. Minik sincaplar içinden reçinemin geçtiği hortuma devamlı olarak büyü yapıyorlardı. Yapraklarımın bağlı olduğu hortumlara devasa tekboynuzlar durmadan üflüyordu. Kentauroslar ise büyük bir panik içinde köklerimin hasarlanan kısımlarını orman meyvelerinden yaptıkları iksirlerle onarmaya çalışıyorlardı.
Gözüm hemen orman sakinlerinin arasında özellikle bir tanesini aradı. İçgüdülerim tekrar devreye girmişti. Algıda seçicilik burada da işliyor olmalıydı ki hemen bir tanesine odaklanıverdim. Diğer orman sakinlerine göre en fazla yaprağı gönderen oydu ve neredeyse benim kadar harap görünüyordu. İki büklüm olmuştu fakat en kuvvetli iki dalını dik tutmayı başarmıştı. O iki dalında ise birer orman perisi oturmaktaydı. O an sahip olduğum limitli enerjinin kaynağının bu iki orman perisi olduğunu hissettim. Beni çürüyüp yıkılmaktan koruyan onlardı, onların büyüleriydi. Yıkılmamam gerekiyordu. O orman perilerinin bunca çabası, enerjisi boşa gitmemeliydi. Dayanmalıydım.
Bu yoğun mücadele bir süre daha devam etti. Sonra bir anda gökyüzü yarıldı ve devasa bir ışık huzmesi zaten aydınlık ve parlamakta olan ormanı ışığa boğdu. Mucizevi büyüklükteki bir dişbudak ağacının silüeti sızdı gökteki yarıktan içeri.
"Benim sevgili minik kozalağım! Ormandan uzak ve yalnız başına yaşamak için daha çok erken!. Ormanın sana, senin de ormana ihtiyacınız var. Hadi, minik kozalak.. Çok bile kaldın orada yalnız başına.. Ben kudretli Yggdrasil olarak merhametli Toprak Ana'ya emrediyorum! Bu yavrucağımın diğerlerinin arasına karışmasına izin ver!. Daha içine çekebileceğin pek çok minik kozalağım var. Ama şimdi değil, bu minik kozalağım hiç değil.. Hep yaptığın gibi, yine merhamet et!!..."
...
Gözlerimi araladığımda etrafımın, gözleri bana dikili halde bekleyen beyaz önlüklü insanlarla çevrili olduğunu gördüm. Ne olup bittiğini algılayamadım uzunca bir süre fakat ilk duyduğum cümleler kulağımdan hiç çıkmadı..
"Aman tanrım! Bu bir mucize! Uyandı!!.. Hastamız komadan uyandı!!.."
...
Adımın Eski Türkçe'deki karşılığı "son" olabilirdi fakat bu benim "son"um değildi.. Uzunca bir süre de olmayacaktı..
Arada bir çok derinden ve bulanık bağırışlar duyuyordum fakat yine içgüdüsel olarak duymazdan geliyordum hepsini. Duymamam gerektiğini düşünüyordum. İçgüdülerim kontrolümü ele geçirmişti bütünüyle.
Belirli aralıklarla parlayan şimşekler bir anda yolumun başına geri gönderiyordu beni. Buradaki şimşekler, dünyadakilerin tam tersine, bir anlığına zifiri karanlığa bürüyordu her yeri. Ve karanlık çekildiğinde yolun başında buluyordum kendimi. Tam yedi kez yolculuğuma baştan başlamam gerekti. Sekizinci şimşek çaktığında ise çok yaklaşmıştım yolumun sonuna. Neredeyse üzerinde görülmemiş güzellikte işlemeler olan devasa kapıdan girmek üzereydim ki, sekizinci şimşek çakıverdi. Yine başa döneceğimi ve hiç mızmızlanmadan aynı yolu tekrar yürüyeceğimi biliyordum. Bu şimşeklerin sonu gelecekti elbet.
Sekizinci şimşeğin karanlığı çekildiğinde farklı bir yerde buldum kendimi. Bir ormandaydım. Büyülü bir orman olmalıydı burası. Devasa bir kraterin tam ortasında gibiydim. Yanı başımda kraterin tam ortasında, tek başına ayakta durmaya çalışan bir ağaç vardı. Ona en yakın ağaç en az yirmi metre uzaktaydı. Daha doğrusu yalnız ağacın yirmi metre uzağından itibaren kraterin tepesine kadar daireler halinde uzanan sık bir orman vardı. Bir beyzbol sahasının ortasında tek başına duran biri gibiydi yalnız ağaç. Ormanın sakinleri de beyzbol sahasının tribünlerini dolduran kalabalık gibi omuz omuza vermiş ortada yalnız başına topraktan suyunu, havadan oksijenini ve güneşten enerjisini almaya çalışan yalnız ağacı izliyordu. Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu çünkü hepsi çok derinlere kök salmışlardı ve hareket edemiyorlardı. Kökleri de birbirlerine dolanmıştı üstelik. Belki havada kapar da kendi üzerine yapıştırır diye arada bir birkaç yapraklarını yalnız ağaca doğru gönderiyorlardı, hepsi bu. Rüzgarın yaprakları ona ulaştırmasını dilemekten başka ellerinden birşey gelmiyordu.
Minik sincaplar, tavşanlar, geyikler, kaplumbağalar ve daha nice sevimli yaratık ise orman ile yalnız ağaç arasında mekik dokuyup yalnız ağacı ayakta tutmaya çabalıyorlardı. Onlar da yapacak birşeyleri olmadığını bildikleri halde çırpınan orman sakinlerinden bir farkları olmadığını biliyorlardı ama yine de deniyorlardı.
Sonra bir anda yalnız ağaca dönüştüm. Gözlemci olmaktan çıkıp ortadaki yalnız ağacın ta kendisi oluvermiştim. Reçinem, yapraklarım ve köklerim hortumlarla biryerlere bağlanmıştı. Minik sincaplar içinden reçinemin geçtiği hortuma devamlı olarak büyü yapıyorlardı. Yapraklarımın bağlı olduğu hortumlara devasa tekboynuzlar durmadan üflüyordu. Kentauroslar ise büyük bir panik içinde köklerimin hasarlanan kısımlarını orman meyvelerinden yaptıkları iksirlerle onarmaya çalışıyorlardı.
Gözüm hemen orman sakinlerinin arasında özellikle bir tanesini aradı. İçgüdülerim tekrar devreye girmişti. Algıda seçicilik burada da işliyor olmalıydı ki hemen bir tanesine odaklanıverdim. Diğer orman sakinlerine göre en fazla yaprağı gönderen oydu ve neredeyse benim kadar harap görünüyordu. İki büklüm olmuştu fakat en kuvvetli iki dalını dik tutmayı başarmıştı. O iki dalında ise birer orman perisi oturmaktaydı. O an sahip olduğum limitli enerjinin kaynağının bu iki orman perisi olduğunu hissettim. Beni çürüyüp yıkılmaktan koruyan onlardı, onların büyüleriydi. Yıkılmamam gerekiyordu. O orman perilerinin bunca çabası, enerjisi boşa gitmemeliydi. Dayanmalıydım.
Bu yoğun mücadele bir süre daha devam etti. Sonra bir anda gökyüzü yarıldı ve devasa bir ışık huzmesi zaten aydınlık ve parlamakta olan ormanı ışığa boğdu. Mucizevi büyüklükteki bir dişbudak ağacının silüeti sızdı gökteki yarıktan içeri.
"Benim sevgili minik kozalağım! Ormandan uzak ve yalnız başına yaşamak için daha çok erken!. Ormanın sana, senin de ormana ihtiyacınız var. Hadi, minik kozalak.. Çok bile kaldın orada yalnız başına.. Ben kudretli Yggdrasil olarak merhametli Toprak Ana'ya emrediyorum! Bu yavrucağımın diğerlerinin arasına karışmasına izin ver!. Daha içine çekebileceğin pek çok minik kozalağım var. Ama şimdi değil, bu minik kozalağım hiç değil.. Hep yaptığın gibi, yine merhamet et!!..."
...
Gözlerimi araladığımda etrafımın, gözleri bana dikili halde bekleyen beyaz önlüklü insanlarla çevrili olduğunu gördüm. Ne olup bittiğini algılayamadım uzunca bir süre fakat ilk duyduğum cümleler kulağımdan hiç çıkmadı..
"Aman tanrım! Bu bir mucize! Uyandı!!.. Hastamız komadan uyandı!!.."
...
Adımın Eski Türkçe'deki karşılığı "son" olabilirdi fakat bu benim "son"um değildi.. Uzunca bir süre de olmayacaktı..
16 Ağustos 2011 Salı
Ordinary Loser
Once upon a time
There was this guy
With a gigantic head.
He commited a crime
But since he was high
Him, the cops nailed.
He lacks even a dime
His freedom could he buy
So the sheriff said.
He paid his fine
As years passed by
Lots of tears he shed.
He tried to rhyme
"To live" and "to die"
But he failed.
There was this guy
With a gigantic head.
He commited a crime
But since he was high
Him, the cops nailed.
He lacks even a dime
His freedom could he buy
So the sheriff said.
He paid his fine
As years passed by
Lots of tears he shed.
He tried to rhyme
"To live" and "to die"
But he failed.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Kadraj - bir
Yeni bir seriye başlıyorum bu yazıyla birlikte; Kadraj!
Nedir Kadraj? Açıklayayım efendim..
Malumunuz özellikle son yıllarda ortalık "fotoğrafçı"dan geçilmez oldu. Eline Nikon'unu alan "ben de fotoğrafçıyım zira yakın plan portreler, boş sallanan salıncaklar, karda ayak izleri veya gün batımı fotoğrafları çekiyorum." deyip sokaklara fırlıyor, bu da fotoğrafçı popülasyonunda ciddi bir artışa sebep oluyordu. Tahmin edeceğiniz gibi ben de (bir ergenlik hevesi olarak) bu artistik uğraşa eğilim gösterdim. Fakat bir problem vardı; fotoğraf çekemiyordum!!.. Kafamda milyonlarca fotoğraf karesi, elimde makina ve epeyce de boş zamanım varken neticeler(fotoğraflar) üzerine sıçmık sürülmüş, sidik suyuyla marine edilmiş kağıt parçalarından öteye gitmiyordu..
Ben de düşündüm taşındım ve "madem fotoğraf çekemiyorum, hiç olmazsa aklımdaki kareleri yazarak paylaşayım, okuyan da kadrajı kafasında canlandırsın.. İnteraktif fotoğrafçılık diye bişeymiş bu meğersem" şeklinde bir çıkarım yaptım. Fikir güzel geldi, deneyeyim dedim.
Şimdi en son aklıma gelen fotoğraf karesini tarif edeceğim, siz de okuyup kafanızda canlandıracaksınız.. Muhtemelen bi s.ke benzemeyecek zira fotoğrafçılıktan ve terimlerinden zerre anlamam ama olsun.. Göster kendini Tasvir Power!
____________________________________________
Fotoğraf siyah-beyaz, çok karanlık değil.
Işık genel olarak fotoğrafçının sağ-arkasından geliyor.
Kare boyunca uzanan bir duvar var ve karenin sağından ortasına doğru küçülmekte (perspektif). Duvarın üzerinde rastgele yapıldığı anlaşılan çentikler var (yaklaşık 7-8 tane). Her 4 dikey çentik 5. yatay çentikle bütünlenmiş. Belli ki birisi gün sayıyor.
Karenin solunda göğüslerine kadar kadrajda olan, kısa, dağınık, siyah saçlı, zayıf, çelimsiz bir simaya sahip, yüzü gözü kir-pas içinde, minik burunlu, çıkık alınlı, (üstüne düşen ışık-gölgeler sayesinde anlaşılan) kurumuş, çatlamış dudaklı bir kız var. Yüzü boncuk boncuk terlemiş. Çıplak. Görünen göğsü zayıflıktan neredeyse göğüs kafesine yapışmış. Sol eli görünmüyor, sağ elinin tırnağıyla duvara bir çentik daha atmaya çalışıyor. Tırnağından aşağıya kan damlıyor. (daha önceden açtığı çentiklerden olsa gerek) Eli, bileği, kolu kurumuş kan ile kaplı. Acı çektiği barizken, suratında acıdan eser yok. Hırs, kararlılık, yorgunluk ve umut harmanlanmış yüzünde ve gözlerinde.
____________________________________________
Nedir Kadraj? Açıklayayım efendim..
Malumunuz özellikle son yıllarda ortalık "fotoğrafçı"dan geçilmez oldu. Eline Nikon'unu alan "ben de fotoğrafçıyım zira yakın plan portreler, boş sallanan salıncaklar, karda ayak izleri veya gün batımı fotoğrafları çekiyorum." deyip sokaklara fırlıyor, bu da fotoğrafçı popülasyonunda ciddi bir artışa sebep oluyordu. Tahmin edeceğiniz gibi ben de (bir ergenlik hevesi olarak) bu artistik uğraşa eğilim gösterdim. Fakat bir problem vardı; fotoğraf çekemiyordum!!.. Kafamda milyonlarca fotoğraf karesi, elimde makina ve epeyce de boş zamanım varken neticeler(fotoğraflar) üzerine sıçmık sürülmüş, sidik suyuyla marine edilmiş kağıt parçalarından öteye gitmiyordu..
Ben de düşündüm taşındım ve "madem fotoğraf çekemiyorum, hiç olmazsa aklımdaki kareleri yazarak paylaşayım, okuyan da kadrajı kafasında canlandırsın.. İnteraktif fotoğrafçılık diye bişeymiş bu meğersem" şeklinde bir çıkarım yaptım. Fikir güzel geldi, deneyeyim dedim.
Şimdi en son aklıma gelen fotoğraf karesini tarif edeceğim, siz de okuyup kafanızda canlandıracaksınız.. Muhtemelen bi s.ke benzemeyecek zira fotoğrafçılıktan ve terimlerinden zerre anlamam ama olsun.. Göster kendini Tasvir Power!
____________________________________________
Fotoğraf siyah-beyaz, çok karanlık değil.
Işık genel olarak fotoğrafçının sağ-arkasından geliyor.
Kare boyunca uzanan bir duvar var ve karenin sağından ortasına doğru küçülmekte (perspektif). Duvarın üzerinde rastgele yapıldığı anlaşılan çentikler var (yaklaşık 7-8 tane). Her 4 dikey çentik 5. yatay çentikle bütünlenmiş. Belli ki birisi gün sayıyor.
Karenin solunda göğüslerine kadar kadrajda olan, kısa, dağınık, siyah saçlı, zayıf, çelimsiz bir simaya sahip, yüzü gözü kir-pas içinde, minik burunlu, çıkık alınlı, (üstüne düşen ışık-gölgeler sayesinde anlaşılan) kurumuş, çatlamış dudaklı bir kız var. Yüzü boncuk boncuk terlemiş. Çıplak. Görünen göğsü zayıflıktan neredeyse göğüs kafesine yapışmış. Sol eli görünmüyor, sağ elinin tırnağıyla duvara bir çentik daha atmaya çalışıyor. Tırnağından aşağıya kan damlıyor. (daha önceden açtığı çentiklerden olsa gerek) Eli, bileği, kolu kurumuş kan ile kaplı. Acı çektiği barizken, suratında acıdan eser yok. Hırs, kararlılık, yorgunluk ve umut harmanlanmış yüzünde ve gözlerinde.
____________________________________________
23 Temmuz 2011 Cumartesi
Sıkıntı
Göğsünüzün tam ortasında bir sıkışıklık varsa, canınız aynı anda hem bir sürü şey yapmak, hem de hiçbir şey yapmamak istiyorsa, lüzumsuz atıştırmalıklar ardı ardına mideye indiriliyorsa, zamanınızı boş boş uzanarak, tv izleyerek, bilgisayarda salakça oyunlar oynayarak, facebook sayfanızı güncelleyip durarak geçiriyorsanız, siz de benim gibi sıkılmışsınız demektir.
"Sen portakal mısın?" sorusu, "sıkıldım" yakarışına verilen en yaygın ve en salakça espri olma özelliğini koruyor. Ne zaman sıkıldığınızı belirtseniz, bu soruyla sizi iyice hayata küstüren şirin bir arkadaşınız yanınızdadır. O anda sıkıntınızı gidermenin en iyi yolu, bu soruyu yönelten patlıcana sağlı sollu sillelerle girişmek olabilir. (sağlı sollu sille... güzeeell..) Bu 3S (!) kuralı, hayatın farklı alanlarında da mevcuttur.. 3S candır, her zaman haklıdır.. Sıkılma yakarışınızı eğer bilgisayar kurtlarının yanında yaptıysanız "istersen 'unzip'liyim seni" şeklinde bir geri dönüşü olur ki bu cümle daha da ağzına vurulasıdır. İtinayla tokatlanır..
Sıkılma yakarışınıza en ölümcül darbeyle yaklaşanlar ise, her zaman olduğu gibi, ebeveynlerdir.. (ebeveyn ne lan.. sanki boleyn kızı ebemmiş te benim de ebemle "ciciş"li bi ilişkim varmış gibi..) Bu fatal dialog şu şekilde tecelli eder:
-Anneeee... Sıkıldııııımmm.. -Sıkıldıysan git kitap oku yavrum.. !!!
Uzun ve sıkıcı yaz günlerinde evde pinekleyen çocukların karabasanıdır bu cümle.. Onlarca nesli kitap okumaktan soğutmuştur.. Kitap okurken canı sıkılan insanlar türemiştir bu cümle yüzünden.. Kitap okumayı sıkıntı giderici bir eylem olarak tanıtan tüm ebeveynler (bak yine... töbe töbe...) azalarak bitsin! ("azalarak bitsin" için bkz: vedat özdemiroğlu) Hatta hemen bitsin..
"Ergen Sıkkın" ise tam bir dramdır.. Sıkıldıkça çavuşu tokatlayan veya fitifiti yapan ergenler yüzünden tuvalet kağıdı üreticileri bayram etmişlerdir her yıl.. Hatta bu ergenlerden biri zamanında sıkılıp tokatladığı çavuşunun özünü bir peçeteye aktarıp (oha osbirin tasvirine gel..) yıllar boyu sakladıktan sonra bir sergisinde sanat eseri olarak sergilemiştir. (bkz: Bedri Baykam)
Sıkıldığınızı belirtmenin bir de yazılı yöntemi vardır. SMS ile bir arkadaşınıza sıkıldığınızı ve buluşmak istediğinizi yazmak istersiniz.. Sonuç trajiktir.. "slm nbr? çok sikildim. buluşalim mi?"..
Sikildim mi? Kızıl Ordu Korosu gibi.. "oynama şikidim şikidim.." tam bir dram..
İnanın şunları yazarken bile içim sıkıldı.. Okurken ne hale geleceksiniz merak ediyorum.. Çünkü sıkıntı esnemek gibidir.. Birisi esnerse, yanındakiler de esner.. Hatta yapılan bilimsel araştırmalara göre içinde esnemekle ilgili şeyler bulunan bir yazı okumak, esneyen insanların bulunduğu bir video izlemek bile esnememize sebep olur.. (ooo.. bilimsel de konuşurmuş bizimkisi.. daly.rağa bak hele..) Bence sıkılmak da böyle.. Sizi "Ben Kendim ve Sıkıntı" ile başbaşa bırakıp, "sıktırıp" gidiyorum efendim.. Neş'eniz bol olsun..
Ben Kendim ve Sıkıntı
Eskiden, evde bilgisayar ve internet yokken, gerizekalıca hareketlerle evin bir köşesinden diğer köşesine koşuşturur, kendimce oyunlar icat ederdim. Çocukken sıkıntı gidermek daha kolaydı; zira sümüğümle oynarken bile eğleniyordum. Ama büyüdükçe işler değişti.. Sümük yetmez oldu.. Başka vücut sıvılarına yönelim gözlemlendi (kendini gözetleyen adam..). Derken ergenlik geldi, çavuşla tanışıldı, yeri geldi tartışıldı, yeri geldi bana kafa tuttu (oha!), yeri geldi tokadı yedi.. Sonra gençlik başladı.. İnternet ve bilgisayarla birlikte kendi vücuduma olan ilgim azaldı, başkalarının (thank you uncle Hugh Hefner) vücutlarıyla ilgilenmeye başladım. Sonra sanal alemler girdi hayatıma. Bilgisayar oyunları, internet siteleri, chat, msn, facebook, blogger derken gerçek dünyadaki sıkıntı giderici aktivitelerden uzaklaşır oldum. Artık mahallede top oynamaya inmiyordum. Veya basketbol oynamak için her akşamüstü gittiğim sahile haftada bir gider olmuştum. Arkadaşlarımla buluşmaya da üşeniyordum fazlasıyla çünkü zaten mesele evden çıkmaktı, ve benim kıçımı kaldıracak enerjim yoktu.. En son bir bisiklet sevdası başladı.. Son zamanlarda yaptığım en akıllıca iş gidip bir bisiklet almak oldu kanımca. Evet evden çıkmaya üşeniyorum fakat bisiklete bindikten sonrası o kadar keyifli ki, evden çıkmayı, bisikleti merdivenlerden üç kat indirip çıkarmayı hatta saatlerce bisiklet sürmenin verdiği yorgunluğu bile göze alabiliyorum..
Gel gör ki yaz sıcağında geceleri bisikletle takılmak dışında gündüzleri yapılabilecek çok fazla şey yok. Piyano çalışmaktan arda kalan vaktimi Eurosport ve Eurosport 2'de enteresan (çoğu zaman saçma) sporları izleyerek harcıyorum. Çünkü sıkılıyorum. Avustralya futbolu ligi maçları, "worlds strongest man" yarışmaları, oduncu yarışmaları, bayanlar kayaklı koşu parkurları, bilek güreşi müsabakaları, gündüz vakitlerimin eşlikçileri konumunda.. Arada "galatasaray transfer yapmış mı" diye ntvspor'a, güzel dizi varmı diye cnbc-e ve e2'ye, "atıştırılacak bişeyler var mı" diye buzdolabına ve oynanacak aptalca oyunlar var mı diye laptopuma göz atmıyor değilim.. Yine de sıkıntı tatavasının iki mememin ortasında kanırttığı mekanını genişletmesine engel olamıyorum..
Sıkıntı konusundan biraz bağımsız olarak, bütün kış boyunca facebook profillerinden "nerdesin yaaazz gel artıkk.. içimizi ısııııtt.. deniiiiizzz.. güneeşşşş...!!" diye yakaran arkadaşlara gelsin: "kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime.." Eriyoruum laaann!!..
Velhasılıkelam (böyle mi yazılıyo lan bu?), içim sıkıldı hacı.. Paylaşayım istedim (çok da s.kindeydi..) Böyle eğlendirikli güldürüklü bişeyler yapası olan varsa ses etsin, zira eğer iyi bir çocuk olursanız Ozan'ı evinin dışında bile görebilirsiniz (şirinler candır..)
Siyu!!..
"Sen portakal mısın?" sorusu, "sıkıldım" yakarışına verilen en yaygın ve en salakça espri olma özelliğini koruyor. Ne zaman sıkıldığınızı belirtseniz, bu soruyla sizi iyice hayata küstüren şirin bir arkadaşınız yanınızdadır. O anda sıkıntınızı gidermenin en iyi yolu, bu soruyu yönelten patlıcana sağlı sollu sillelerle girişmek olabilir. (sağlı sollu sille... güzeeell..) Bu 3S (!) kuralı, hayatın farklı alanlarında da mevcuttur.. 3S candır, her zaman haklıdır.. Sıkılma yakarışınızı eğer bilgisayar kurtlarının yanında yaptıysanız "istersen 'unzip'liyim seni" şeklinde bir geri dönüşü olur ki bu cümle daha da ağzına vurulasıdır. İtinayla tokatlanır..
Sıkılma yakarışınıza en ölümcül darbeyle yaklaşanlar ise, her zaman olduğu gibi, ebeveynlerdir.. (ebeveyn ne lan.. sanki boleyn kızı ebemmiş te benim de ebemle "ciciş"li bi ilişkim varmış gibi..) Bu fatal dialog şu şekilde tecelli eder:
-Anneeee... Sıkıldııııımmm.. -Sıkıldıysan git kitap oku yavrum.. !!!
Uzun ve sıkıcı yaz günlerinde evde pinekleyen çocukların karabasanıdır bu cümle.. Onlarca nesli kitap okumaktan soğutmuştur.. Kitap okurken canı sıkılan insanlar türemiştir bu cümle yüzünden.. Kitap okumayı sıkıntı giderici bir eylem olarak tanıtan tüm ebeveynler (bak yine... töbe töbe...) azalarak bitsin! ("azalarak bitsin" için bkz: vedat özdemiroğlu) Hatta hemen bitsin..
"Ergen Sıkkın" ise tam bir dramdır.. Sıkıldıkça çavuşu tokatlayan veya fitifiti yapan ergenler yüzünden tuvalet kağıdı üreticileri bayram etmişlerdir her yıl.. Hatta bu ergenlerden biri zamanında sıkılıp tokatladığı çavuşunun özünü bir peçeteye aktarıp (oha osbirin tasvirine gel..) yıllar boyu sakladıktan sonra bir sergisinde sanat eseri olarak sergilemiştir. (bkz: Bedri Baykam)
Sıkıldığınızı belirtmenin bir de yazılı yöntemi vardır. SMS ile bir arkadaşınıza sıkıldığınızı ve buluşmak istediğinizi yazmak istersiniz.. Sonuç trajiktir.. "slm nbr? çok sikildim. buluşalim mi?"..
Sikildim mi? Kızıl Ordu Korosu gibi.. "oynama şikidim şikidim.." tam bir dram..
İnanın şunları yazarken bile içim sıkıldı.. Okurken ne hale geleceksiniz merak ediyorum.. Çünkü sıkıntı esnemek gibidir.. Birisi esnerse, yanındakiler de esner.. Hatta yapılan bilimsel araştırmalara göre içinde esnemekle ilgili şeyler bulunan bir yazı okumak, esneyen insanların bulunduğu bir video izlemek bile esnememize sebep olur.. (ooo.. bilimsel de konuşurmuş bizimkisi.. daly.rağa bak hele..) Bence sıkılmak da böyle.. Sizi "Ben Kendim ve Sıkıntı" ile başbaşa bırakıp, "sıktırıp" gidiyorum efendim.. Neş'eniz bol olsun..
Ben Kendim ve Sıkıntı
Eskiden, evde bilgisayar ve internet yokken, gerizekalıca hareketlerle evin bir köşesinden diğer köşesine koşuşturur, kendimce oyunlar icat ederdim. Çocukken sıkıntı gidermek daha kolaydı; zira sümüğümle oynarken bile eğleniyordum. Ama büyüdükçe işler değişti.. Sümük yetmez oldu.. Başka vücut sıvılarına yönelim gözlemlendi (kendini gözetleyen adam..). Derken ergenlik geldi, çavuşla tanışıldı, yeri geldi tartışıldı, yeri geldi bana kafa tuttu (oha!), yeri geldi tokadı yedi.. Sonra gençlik başladı.. İnternet ve bilgisayarla birlikte kendi vücuduma olan ilgim azaldı, başkalarının (thank you uncle Hugh Hefner) vücutlarıyla ilgilenmeye başladım. Sonra sanal alemler girdi hayatıma. Bilgisayar oyunları, internet siteleri, chat, msn, facebook, blogger derken gerçek dünyadaki sıkıntı giderici aktivitelerden uzaklaşır oldum. Artık mahallede top oynamaya inmiyordum. Veya basketbol oynamak için her akşamüstü gittiğim sahile haftada bir gider olmuştum. Arkadaşlarımla buluşmaya da üşeniyordum fazlasıyla çünkü zaten mesele evden çıkmaktı, ve benim kıçımı kaldıracak enerjim yoktu.. En son bir bisiklet sevdası başladı.. Son zamanlarda yaptığım en akıllıca iş gidip bir bisiklet almak oldu kanımca. Evet evden çıkmaya üşeniyorum fakat bisiklete bindikten sonrası o kadar keyifli ki, evden çıkmayı, bisikleti merdivenlerden üç kat indirip çıkarmayı hatta saatlerce bisiklet sürmenin verdiği yorgunluğu bile göze alabiliyorum..
Gel gör ki yaz sıcağında geceleri bisikletle takılmak dışında gündüzleri yapılabilecek çok fazla şey yok. Piyano çalışmaktan arda kalan vaktimi Eurosport ve Eurosport 2'de enteresan (çoğu zaman saçma) sporları izleyerek harcıyorum. Çünkü sıkılıyorum. Avustralya futbolu ligi maçları, "worlds strongest man" yarışmaları, oduncu yarışmaları, bayanlar kayaklı koşu parkurları, bilek güreşi müsabakaları, gündüz vakitlerimin eşlikçileri konumunda.. Arada "galatasaray transfer yapmış mı" diye ntvspor'a, güzel dizi varmı diye cnbc-e ve e2'ye, "atıştırılacak bişeyler var mı" diye buzdolabına ve oynanacak aptalca oyunlar var mı diye laptopuma göz atmıyor değilim.. Yine de sıkıntı tatavasının iki mememin ortasında kanırttığı mekanını genişletmesine engel olamıyorum..
Sıkıntı konusundan biraz bağımsız olarak, bütün kış boyunca facebook profillerinden "nerdesin yaaazz gel artıkk.. içimizi ısııııtt.. deniiiiizzz.. güneeşşşş...!!" diye yakaran arkadaşlara gelsin: "kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime.." Eriyoruum laaann!!..
Velhasılıkelam (böyle mi yazılıyo lan bu?), içim sıkıldı hacı.. Paylaşayım istedim (çok da s.kindeydi..) Böyle eğlendirikli güldürüklü bişeyler yapası olan varsa ses etsin, zira eğer iyi bir çocuk olursanız Ozan'ı evinin dışında bile görebilirsiniz (şirinler candır..)
Siyu!!..
16 Mayıs 2011 Pazartesi
Üç Büyükler ve Taraftar Profilleri
"ne? galatasaraylımısın? sende fenerli tipi var olum hiç galatasaraylı gibi durmuyosun lan?!"
bu veya buna benzer cümleler duymuşsunuzdur hepiniz. futbol muhabbeti açıldı mı (hele de yeni tanışılan bi gruptaysanız) kesin bu muhabbet bir tur döner. en sonunda "evet abi insanların tipinden anlıyosun hangi takımlı olduklarını.. çok enteresan dimi lan?" cümlesiyle tatlıya bağlanır.
işte bu sıkıcı muhabbetlere bi guide olsun, bi yönertgeç olsun, bi kaynakça gösterilsin diye takım taraftar tiplerini genelleyeceğim şimdi. kendi yakın çevremde birazdan bahsedeceğim özelliklere tam uyan kimse yok. fakat statlara baktığımda, yollarda gördüğüm formalı insanları gözlemlediğimde ortak resim birazdan tarif edeceğim gibi çıkıyor; alınmaca darılmaca yok..
ilk önce kendi tuttuğum takım ile başlayacağım, sonraki sıralama paşa gönül kriterlerine göre..
işte başlıyoruz:
GALATASARAY
Erkek: genelde okumuş yazmış kesimdendir galatasaray taraftarı erkeği. nerde bi elitist bi entel gördün mü bil ki galatasaraylıdır. suyla arası çok iyidir. maçlarda sahaya pet şişe atmaya bayılır. galatasaray klübünün su topu sporundaki başarısından olsa gerek; isterler ki futbol da suda oynansın, galatasaray hep kazansın.. kir sakal, top sakal, ağarmış sakal, fular, kalın çerçeveli gözlük, hafif bira göbeği, "hagi" forması gibi aksesuarlar bu türün favorilerindendir. "nolucak bu galatasarayın hali?" diye sorduğunuzda "bizim uefamız var olum. uefayı alın da gelin" yanıtını verir. sosyal demokrat kesimdendir büyük bölümü. herkesi faşistlikle suçlarlar, fakat kendileri faşistin önde gidenleridir. zengin olan için viski ve puro, fakir ama gururlu genç için fıçı efes-kırmızı marlboro olmazsa olmazlarıdır.
Kadın: genelde uzun siyah saçlı veya kumral olurlar. ortalama güzellik çıtası alçaktır ama güzel olanı da ispanyol güzeliyle yarışır. öyle altın günü felan darlar bunları. toplanıp makyaj malzemeleri ve moda hakkında sohbetler edilsin, yeni edebiyat akımları tartışılsın, sevgiliyle ıssız adam izlensin isterler. o katı- kuralcı ve elitist görüntülerinin altında küfürbaz bir hınzır barındırırlar. "ibne hakem" tezahüratını başlatan grubun içinde, olanca memeleriyle(bkz:yiğit özgür) birkaç tanesi cırtlak sesleriyle sivrilir hemen. maç çıkışında "karamel makiyato" içirilmezse atar yapar, üzer.
FENERBAHÇE
Erkek: taraftar tiplemeleri içinde en karakteristik olanıdır fenerbahçe erkeği. bi fenerbahçeli erkek beşbin feet'ten rahatlıkla teşhis edilebilir. birkaç farklı türde görülürler:
-her akşam rakılamaktan kıpkırmızı suratlı, gözlüklü, takım elbiseli, orta yaş ve üstü amcalar,
-fenerbahçesinden başka hiçbir tutunacak dalı olmayan, toplumun "serseri", "tinerci" diye dışladığı genç-yaşlı tipler,
-her dakika kız peşinde koşan, her yanı buram buram "caddebostan sahil" kokan, şeytan tüyü sahibi gençler...
votka-winston favori ikilileridir.
Kadın: hep gençtir, hep sarışındır(platin sarı), hep güzeldir. "bostancı tikisi" denilen tiplemeyle büyük benzerlik gösterir. küfürbazdır. statlarda arz-ı endam edip, bir takım bırzı taraftarlardan laf yemek kanıksanmıştır çoğunlukla. galatasaraylılarla en çok dalga geçen taraftar kitlesidir kendileri. "10 senedir sikiyoruz yetmedi mi?", "nası siktiysek desibel rekoru kırdınız ooolluuoooaamm!!" gibi cümlelerle fiziken imkansız cümleler kurarlar. (bkz:pipisi olmadan adam s.kmek) maç çıkışı caddede iki tur atmazlarsa olmaz. fena atarcıdır..
BEŞİKTAŞ
Erkek: nerede bir esmer, sakallı, elinde kutu efes tutan ve "löy löy löy löy löy löy löy löy löööööööyyy..." nidaları savuran anadolu soundlu bir delikanlı görürseniz, bilin ki beşiktaşlıdır. bazen bağırmazlar; bağırmadıkları zaman kaba-saba, "r" harflerini vurgulayan konuşmalarıyla, veya sosyalist duruşlarıyla tanınırlar. anadolunun bağrından kopup gelmiş, "istanbul; sen mi büyüksün ben mi.." moduyla ekmek parası peşinde koşan yurdum insanıdır beşiktaş erkeği. sakin mizaçlıdırlar fakat sinirlendiklerinde barut ossururlar resmen. taş taş üstünde kalmaz. Sergen (s.a.v)'a taparlar. "Harbi delikanlı", "adam gibi adam" gibi tanımlamaları kendilerine çok yakıştırırlar.. kutu efes-camel favori ikilileridir.
Kadın: siyah gözlü esmer güzelidir beşiktaş kadını. erkeğinin aksine, zarif, nârin, kibar ve güzeldirler. dozunda küfür kullanır. dırdırcı görünmeden, çaktırmadan kafa s.ken cinstendir. rakı masasında karşında isteyeceğin hatun tipidir. etliye sütlüye karışmaz. kadın taraftarlar içinde takımlarına en bağlı olanı beşiktaş kadınıdır. ekonomik olarak orta sınıfa mensupturlar. en zengininin bile yüzünden bi kezbanlık okunur. maçlardan önce ve sonra ortaköy, kabataş, beşiktaş ve beyoğlu bu türün örneklerinin gözlemlenebilmesi için münasip yerlerdir.
burç yorumu gibi oldu ya.. neyse...
Viva Barça!!!
(takımlardan veya taraftar gruplarından herhangi birini veya hepsini birden itin g.tüne sokmak gibi bir niyetim yoktur.. ciddiye almayınız)
bu veya buna benzer cümleler duymuşsunuzdur hepiniz. futbol muhabbeti açıldı mı (hele de yeni tanışılan bi gruptaysanız) kesin bu muhabbet bir tur döner. en sonunda "evet abi insanların tipinden anlıyosun hangi takımlı olduklarını.. çok enteresan dimi lan?" cümlesiyle tatlıya bağlanır.
işte bu sıkıcı muhabbetlere bi guide olsun, bi yönertgeç olsun, bi kaynakça gösterilsin diye takım taraftar tiplerini genelleyeceğim şimdi. kendi yakın çevremde birazdan bahsedeceğim özelliklere tam uyan kimse yok. fakat statlara baktığımda, yollarda gördüğüm formalı insanları gözlemlediğimde ortak resim birazdan tarif edeceğim gibi çıkıyor; alınmaca darılmaca yok..
ilk önce kendi tuttuğum takım ile başlayacağım, sonraki sıralama paşa gönül kriterlerine göre..
işte başlıyoruz:
GALATASARAY
Erkek: genelde okumuş yazmış kesimdendir galatasaray taraftarı erkeği. nerde bi elitist bi entel gördün mü bil ki galatasaraylıdır. suyla arası çok iyidir. maçlarda sahaya pet şişe atmaya bayılır. galatasaray klübünün su topu sporundaki başarısından olsa gerek; isterler ki futbol da suda oynansın, galatasaray hep kazansın.. kir sakal, top sakal, ağarmış sakal, fular, kalın çerçeveli gözlük, hafif bira göbeği, "hagi" forması gibi aksesuarlar bu türün favorilerindendir. "nolucak bu galatasarayın hali?" diye sorduğunuzda "bizim uefamız var olum. uefayı alın da gelin" yanıtını verir. sosyal demokrat kesimdendir büyük bölümü. herkesi faşistlikle suçlarlar, fakat kendileri faşistin önde gidenleridir. zengin olan için viski ve puro, fakir ama gururlu genç için fıçı efes-kırmızı marlboro olmazsa olmazlarıdır.
Kadın: genelde uzun siyah saçlı veya kumral olurlar. ortalama güzellik çıtası alçaktır ama güzel olanı da ispanyol güzeliyle yarışır. öyle altın günü felan darlar bunları. toplanıp makyaj malzemeleri ve moda hakkında sohbetler edilsin, yeni edebiyat akımları tartışılsın, sevgiliyle ıssız adam izlensin isterler. o katı- kuralcı ve elitist görüntülerinin altında küfürbaz bir hınzır barındırırlar. "ibne hakem" tezahüratını başlatan grubun içinde, olanca memeleriyle(bkz:yiğit özgür) birkaç tanesi cırtlak sesleriyle sivrilir hemen. maç çıkışında "karamel makiyato" içirilmezse atar yapar, üzer.
FENERBAHÇE
Erkek: taraftar tiplemeleri içinde en karakteristik olanıdır fenerbahçe erkeği. bi fenerbahçeli erkek beşbin feet'ten rahatlıkla teşhis edilebilir. birkaç farklı türde görülürler:
-her akşam rakılamaktan kıpkırmızı suratlı, gözlüklü, takım elbiseli, orta yaş ve üstü amcalar,
-fenerbahçesinden başka hiçbir tutunacak dalı olmayan, toplumun "serseri", "tinerci" diye dışladığı genç-yaşlı tipler,
-her dakika kız peşinde koşan, her yanı buram buram "caddebostan sahil" kokan, şeytan tüyü sahibi gençler...
votka-winston favori ikilileridir.
Kadın: hep gençtir, hep sarışındır(platin sarı), hep güzeldir. "bostancı tikisi" denilen tiplemeyle büyük benzerlik gösterir. küfürbazdır. statlarda arz-ı endam edip, bir takım bırzı taraftarlardan laf yemek kanıksanmıştır çoğunlukla. galatasaraylılarla en çok dalga geçen taraftar kitlesidir kendileri. "10 senedir sikiyoruz yetmedi mi?", "nası siktiysek desibel rekoru kırdınız ooolluuoooaamm!!" gibi cümlelerle fiziken imkansız cümleler kurarlar. (bkz:pipisi olmadan adam s.kmek) maç çıkışı caddede iki tur atmazlarsa olmaz. fena atarcıdır..
BEŞİKTAŞ
Erkek: nerede bir esmer, sakallı, elinde kutu efes tutan ve "löy löy löy löy löy löy löy löy löööööööyyy..." nidaları savuran anadolu soundlu bir delikanlı görürseniz, bilin ki beşiktaşlıdır. bazen bağırmazlar; bağırmadıkları zaman kaba-saba, "r" harflerini vurgulayan konuşmalarıyla, veya sosyalist duruşlarıyla tanınırlar. anadolunun bağrından kopup gelmiş, "istanbul; sen mi büyüksün ben mi.." moduyla ekmek parası peşinde koşan yurdum insanıdır beşiktaş erkeği. sakin mizaçlıdırlar fakat sinirlendiklerinde barut ossururlar resmen. taş taş üstünde kalmaz. Sergen (s.a.v)'a taparlar. "Harbi delikanlı", "adam gibi adam" gibi tanımlamaları kendilerine çok yakıştırırlar.. kutu efes-camel favori ikilileridir.
Kadın: siyah gözlü esmer güzelidir beşiktaş kadını. erkeğinin aksine, zarif, nârin, kibar ve güzeldirler. dozunda küfür kullanır. dırdırcı görünmeden, çaktırmadan kafa s.ken cinstendir. rakı masasında karşında isteyeceğin hatun tipidir. etliye sütlüye karışmaz. kadın taraftarlar içinde takımlarına en bağlı olanı beşiktaş kadınıdır. ekonomik olarak orta sınıfa mensupturlar. en zengininin bile yüzünden bi kezbanlık okunur. maçlardan önce ve sonra ortaköy, kabataş, beşiktaş ve beyoğlu bu türün örneklerinin gözlemlenebilmesi için münasip yerlerdir.
burç yorumu gibi oldu ya.. neyse...
Viva Barça!!!
(takımlardan veya taraftar gruplarından herhangi birini veya hepsini birden itin g.tüne sokmak gibi bir niyetim yoktur.. ciddiye almayınız)
11 Nisan 2011 Pazartesi
ne var ne yok? - dokuz
insanlık ölmüş! vallahi de billahi de ölmüş arkadaş.
bi halı saha maçının ortasında bi adam sahanın kenarına doğru koşturarak geldi. üzerinde sadece beyaz atlet ve beyaz külot vardı. telaşlı hatta şoka girmiş gibi görünüyordu. elindeki cep telefonunu tellerin arasından uzatmaya çalışarak "abi yardım edin nolur... çoluğum çocuğum... karım... işkence ediyolar aşşaada... polisi arayın abi... yardım çağırın nolur!!"
şok halindeki bi insan ne kadar mantıklı cümle kurabilirse, o abi de o kadar tutarlı kelimelerle konuşuyordu ama her halinden ciddi bir dramın tam ortasında olduğu belliydi.
hemen bi-iki arkadaş, adama doğru hamle yaparak yardımcı olmak istedi. bir tanesi tam telefonu almak üzereyken başka bir arkadaş, kendisinden beklenmeyecek bir ciddiyetle, "durun. almayın abi" gibisinden birşeyler salık verdi. onun dışında herkes kalakaldı bir an. herkes ona döndü tam olarak derdini anlayabilmek için. o arkadaş ise tam o anda yardım için yalvaran abiyi atarlamakla meşguldü. "yok abi kusura bakma. bak orda başkaları var. git onlar arasın" gibi cümlelerle abiyi başımızdan savmaya çalıştı bi süre. ben sersemledim resmen. çabucak bir tepki vermem de beklenemezdi zaten. daha önce kendime eleştiri olarak yazmıştım ani durumlarda mala bağladığımı. sonra halı sahanın sahibinin bulunduğu çay ocağı gibi kısımdan bir grup adam yardım arayan abiye seslendi "polis geldi abi gel buraya" diye. fakat abinin içinde bulunduğu şok yüzünden olacak ki, dönüp bize sordu "gideyim mi oraya? iyi insanlar mı onlar? yardım ederler mi?"...
içim parçalandı resmen. zira abi arkasını dönüp de koşarak uzaklaşırken atletinin ve külodunun üzerinde rastgele sıçramış kan izleri gün ışığı gibi görünür oldu. ve ben yine hiçbir şey yapamadım. öylece kalakaldım. sonra aptalca espriler yapıp olayı unutmaya çalıştım bir süre..
her neyse.. maç bitti, birkaç bardak çay içildi ve dağılındı. fakat benim aklım abideydi. kendimi şu düşüncelerden alıkoyamadım uzun süre: "abi gerçekten zor durumda mıydı? eğer öyleyse gerçekten neden fırlayıp yardım etmedik? abiye sonra ne oldu? polis yardım etti mi? atarcı arkadaş her ne kadar güvenlik sebepleriyle telefonu almamamızı istemiş olsa da asıl bizim onu atarlamamız gerekmez miydi? ne olabilirdi ki en kötü? insanlar ne zaman birbirinden bu kadar korkar olmuş? güven hissiyatına tamamiyle yabancılaşma süreci ne zaman tamamlanmış?....."
vicdan sıkıntılı bir mevzu hacı. baş başa kaldın mı, adamın ağzına sıçıyor.. (bkz: 'Uykusuz' karalaması.. http://benkendimvesmallozzy.blogspot.com/2010/05/karalamalar.html)
"olum bu 'ne var ne yok?'lar komik olmıycak mıydı? napıyosun sen amk??".. lan olum sosyal mesaj verelim dedik iki rekat. fena mı?
cihan seneye danimarka'ya gidiyo erasmusla. bir yıl danimarka'da okuyacak. bir yandan ağız dolusu küfrediyorum kendisine zira iskandinav ülkelerinden birinde bir yıl geçirecek; diğer yandan da seviniyorum zira "danimarka'da da bi kapımız oldu. ziyaretine geliriz artıkın" sabit cümlesini söylemek suretiyle kendime kıyak geçeceğim. ha rusya'ya vizeler kalkmış, ha bi arkadaşınız danimarka'ya gitmiş. yancı, her yerde yancı; öküz, her yerde öküz..
"kıçımı kaşıyacak vaktim yok" derler ya.. şu aralar aynen bu durumdayım. bi hayırsever "el şeklinde tahta kaşıyıcı" ile yardıma gelirse vulevu olur.. (salak bu çocuk ya. yemin ediyorum gerizekalı.. bkz:"al kırdın kırdın")
bir ay içerisinde 4 tane "el clasico" olacak. bu allahın bir lutfu olmalı.. 4 maçın 4ünde de itelesek ya madride. (ee ozan? galatasaray noldu ya?) eee.. öhömm.. şeyyy.. VİVA BARÇA! ... (ehe.. mehe)
"avishai cohen". adını ilk duyduğumda aklıma "avseq1 data" geldi niyeyse..
minecraft diye bi oyun var. sakın başlamayın, bağımlılık yapar..
djokovic'e bak sen. nadal'ı yenmeler fln. artis misin lan!!.. dün boktun, bugün koktun olm. bisktirgit!
hani her ses "müzik" ya. cage amcamız böyle demiş ya. "osuruk konçertosu" yazıyorum john, o lanet beyaz kıçının asla çıkaramayacağı sesler olacak içinde. o kadar iğrenç olacak ki; "e tabi, bu da müzik" demeye kalmadan kendi iğrenç kokunda boğulacaksın seni aşağılık kuşbeyinli. FART You!!...
"ee tatilde napıyosun??" ....
"ebenin .mını osman. ebenin .mını!. sana ne hemuagoyun." (vaay.. asi??)
bu seneki ygs şifreliymiş. şifreyi çözmek için, amuda kalkıp sağ elinizle sol gözünüzü kapattığınızda, şifresizmiş gibi, cam gibi izliyosunuz vallaha.. denedim ben yıllarca, oldu.. (cine5'in şifreli yayın dönemini görmüş arkadaşlara selam olsun!)
bi de bu ösym gerizekalı galiba. bu nesil "da vinci'nin şifresi"ni okumuş nesil a dingil!!.. kıçı kırık algoritmaların kaç yazar? (bu cümlelerde bi salaklık var ama.. du bakalım..)
etrafımdaki herkes, bir bir yurtdışına gidiyor. uzun süreliğine üstelik. bebekken, tutankamunun mezarına mı sokmuşlar neyapmışlar bilmiyorum ama ben böyle bi lanetlilik durumu görmedim.
tamam yalnızlığa canım feda ama toplum, kendi kendine konuşan bir birey gördüğünde direk deli muamelesi yapıyo arkadaş. mecburuz sosyalleşmeye..
son birkaç haftadır çok ciddi uyku problemim vardı. birkaç gün uykusuzluktan sonra sanal bir dünyada yaşamaya başladım resmen. çok acayip.. deneyin diycem de yazık lan.. bünyeyi s.kertmeye ne gerek var iki rekat sanal olacaz diye. matrikis izleyin, matrikis...
spartacus'ün ikinci sezonuna şöyle bi göz attım da, daha fazla kan, daha fazla seks var. başka da biskim yok yine. "snuff" izliyoruz lan resmen.. psikipat gibi de sarıyo ha. bırakamıyosun.. pis pis de bi muhabbeti var ki sormayın. "olm geçen batiatus threesome yaptı lan! çatır çatır götürdü valla keranacı".. zeyna'nın memeleri olmasa s.ksen izlemem hacı. ama zeyna başka. zeyna candır.
ve tabii ki "sörvayvır / nihat doğan". gerçekten kelimeler yetmiyor. "adamsın nihat adamsın!!!!" ahahahah.. "burası sörvayvıl beyler. burda şaka yok!!". ahahahah
adamsın nihat.
birkaç gün önce hayatımda nadiren yaşadığım sinirlilik boyutuna ulaştım. iki tane mnıastarınısktiğmngtvrenorrrrrrspuçcuu dolmuş şöförü hayatımın 1 saatine mâl oldu. ellerim titredi lan.
haa. sinirlendin de naptın derseniz, tabii ki hiç birşey. bi ıslıkla tüm dolmuşçular yığılıcak arkasına. sonra yer misin yemez misin.. (böyle de karaktersiz... sus sus.. allah canını almasın.. )
snickers çılgınlığım başladı.. bağımlı gibi.. her gün snickers yenir mi? ben yerim.. gol yemem, snickers, tabii ki yerim..
saat 3 buçuk olmuş. bi snickers yiyim de yatiyim bari. rüyamda snickers prensesini snickerim inşallah...
hayde siyu!!
bi halı saha maçının ortasında bi adam sahanın kenarına doğru koşturarak geldi. üzerinde sadece beyaz atlet ve beyaz külot vardı. telaşlı hatta şoka girmiş gibi görünüyordu. elindeki cep telefonunu tellerin arasından uzatmaya çalışarak "abi yardım edin nolur... çoluğum çocuğum... karım... işkence ediyolar aşşaada... polisi arayın abi... yardım çağırın nolur!!"
şok halindeki bi insan ne kadar mantıklı cümle kurabilirse, o abi de o kadar tutarlı kelimelerle konuşuyordu ama her halinden ciddi bir dramın tam ortasında olduğu belliydi.
hemen bi-iki arkadaş, adama doğru hamle yaparak yardımcı olmak istedi. bir tanesi tam telefonu almak üzereyken başka bir arkadaş, kendisinden beklenmeyecek bir ciddiyetle, "durun. almayın abi" gibisinden birşeyler salık verdi. onun dışında herkes kalakaldı bir an. herkes ona döndü tam olarak derdini anlayabilmek için. o arkadaş ise tam o anda yardım için yalvaran abiyi atarlamakla meşguldü. "yok abi kusura bakma. bak orda başkaları var. git onlar arasın" gibi cümlelerle abiyi başımızdan savmaya çalıştı bi süre. ben sersemledim resmen. çabucak bir tepki vermem de beklenemezdi zaten. daha önce kendime eleştiri olarak yazmıştım ani durumlarda mala bağladığımı. sonra halı sahanın sahibinin bulunduğu çay ocağı gibi kısımdan bir grup adam yardım arayan abiye seslendi "polis geldi abi gel buraya" diye. fakat abinin içinde bulunduğu şok yüzünden olacak ki, dönüp bize sordu "gideyim mi oraya? iyi insanlar mı onlar? yardım ederler mi?"...
içim parçalandı resmen. zira abi arkasını dönüp de koşarak uzaklaşırken atletinin ve külodunun üzerinde rastgele sıçramış kan izleri gün ışığı gibi görünür oldu. ve ben yine hiçbir şey yapamadım. öylece kalakaldım. sonra aptalca espriler yapıp olayı unutmaya çalıştım bir süre..
her neyse.. maç bitti, birkaç bardak çay içildi ve dağılındı. fakat benim aklım abideydi. kendimi şu düşüncelerden alıkoyamadım uzun süre: "abi gerçekten zor durumda mıydı? eğer öyleyse gerçekten neden fırlayıp yardım etmedik? abiye sonra ne oldu? polis yardım etti mi? atarcı arkadaş her ne kadar güvenlik sebepleriyle telefonu almamamızı istemiş olsa da asıl bizim onu atarlamamız gerekmez miydi? ne olabilirdi ki en kötü? insanlar ne zaman birbirinden bu kadar korkar olmuş? güven hissiyatına tamamiyle yabancılaşma süreci ne zaman tamamlanmış?....."
vicdan sıkıntılı bir mevzu hacı. baş başa kaldın mı, adamın ağzına sıçıyor.. (bkz: 'Uykusuz' karalaması.. http://benkendimvesmallozzy.blogspot.com/2010/05/karalamalar.html)
"olum bu 'ne var ne yok?'lar komik olmıycak mıydı? napıyosun sen amk??".. lan olum sosyal mesaj verelim dedik iki rekat. fena mı?
cihan seneye danimarka'ya gidiyo erasmusla. bir yıl danimarka'da okuyacak. bir yandan ağız dolusu küfrediyorum kendisine zira iskandinav ülkelerinden birinde bir yıl geçirecek; diğer yandan da seviniyorum zira "danimarka'da da bi kapımız oldu. ziyaretine geliriz artıkın" sabit cümlesini söylemek suretiyle kendime kıyak geçeceğim. ha rusya'ya vizeler kalkmış, ha bi arkadaşınız danimarka'ya gitmiş. yancı, her yerde yancı; öküz, her yerde öküz..
"kıçımı kaşıyacak vaktim yok" derler ya.. şu aralar aynen bu durumdayım. bi hayırsever "el şeklinde tahta kaşıyıcı" ile yardıma gelirse vulevu olur.. (salak bu çocuk ya. yemin ediyorum gerizekalı.. bkz:"al kırdın kırdın")
bir ay içerisinde 4 tane "el clasico" olacak. bu allahın bir lutfu olmalı.. 4 maçın 4ünde de itelesek ya madride. (ee ozan? galatasaray noldu ya?) eee.. öhömm.. şeyyy.. VİVA BARÇA! ... (ehe.. mehe)
"avishai cohen". adını ilk duyduğumda aklıma "avseq1 data" geldi niyeyse..
minecraft diye bi oyun var. sakın başlamayın, bağımlılık yapar..
djokovic'e bak sen. nadal'ı yenmeler fln. artis misin lan!!.. dün boktun, bugün koktun olm. bisktirgit!
hani her ses "müzik" ya. cage amcamız böyle demiş ya. "osuruk konçertosu" yazıyorum john, o lanet beyaz kıçının asla çıkaramayacağı sesler olacak içinde. o kadar iğrenç olacak ki; "e tabi, bu da müzik" demeye kalmadan kendi iğrenç kokunda boğulacaksın seni aşağılık kuşbeyinli. FART You!!...
"ee tatilde napıyosun??" ....
"ebenin .mını osman. ebenin .mını!. sana ne hemuagoyun." (vaay.. asi??)
bu seneki ygs şifreliymiş. şifreyi çözmek için, amuda kalkıp sağ elinizle sol gözünüzü kapattığınızda, şifresizmiş gibi, cam gibi izliyosunuz vallaha.. denedim ben yıllarca, oldu.. (cine5'in şifreli yayın dönemini görmüş arkadaşlara selam olsun!)
bi de bu ösym gerizekalı galiba. bu nesil "da vinci'nin şifresi"ni okumuş nesil a dingil!!.. kıçı kırık algoritmaların kaç yazar? (bu cümlelerde bi salaklık var ama.. du bakalım..)
etrafımdaki herkes, bir bir yurtdışına gidiyor. uzun süreliğine üstelik. bebekken, tutankamunun mezarına mı sokmuşlar neyapmışlar bilmiyorum ama ben böyle bi lanetlilik durumu görmedim.
tamam yalnızlığa canım feda ama toplum, kendi kendine konuşan bir birey gördüğünde direk deli muamelesi yapıyo arkadaş. mecburuz sosyalleşmeye..
son birkaç haftadır çok ciddi uyku problemim vardı. birkaç gün uykusuzluktan sonra sanal bir dünyada yaşamaya başladım resmen. çok acayip.. deneyin diycem de yazık lan.. bünyeyi s.kertmeye ne gerek var iki rekat sanal olacaz diye. matrikis izleyin, matrikis...
spartacus'ün ikinci sezonuna şöyle bi göz attım da, daha fazla kan, daha fazla seks var. başka da biskim yok yine. "snuff" izliyoruz lan resmen.. psikipat gibi de sarıyo ha. bırakamıyosun.. pis pis de bi muhabbeti var ki sormayın. "olm geçen batiatus threesome yaptı lan! çatır çatır götürdü valla keranacı".. zeyna'nın memeleri olmasa s.ksen izlemem hacı. ama zeyna başka. zeyna candır.
ve tabii ki "sörvayvır / nihat doğan". gerçekten kelimeler yetmiyor. "adamsın nihat adamsın!!!!" ahahahah.. "burası sörvayvıl beyler. burda şaka yok!!". ahahahah
adamsın nihat.
birkaç gün önce hayatımda nadiren yaşadığım sinirlilik boyutuna ulaştım. iki tane mnıastarınısktiğmngtvrenorrrrrrspuçcuu dolmuş şöförü hayatımın 1 saatine mâl oldu. ellerim titredi lan.
haa. sinirlendin de naptın derseniz, tabii ki hiç birşey. bi ıslıkla tüm dolmuşçular yığılıcak arkasına. sonra yer misin yemez misin.. (böyle de karaktersiz... sus sus.. allah canını almasın.. )
snickers çılgınlığım başladı.. bağımlı gibi.. her gün snickers yenir mi? ben yerim.. gol yemem, snickers, tabii ki yerim..
saat 3 buçuk olmuş. bi snickers yiyim de yatiyim bari. rüyamda snickers prensesini snickerim inşallah...
hayde siyu!!
1 Nisan 2011 Cuma
Smallozzy'nin Gözünden Ben ve Kendim
Böyle kendini eleştirdiğine bakıp ta "aman ne kadar alçakgönüllü, ne kadar kendiyle barışık.. helal çocuğa!" düşüncelerine kapılmayın hiç. Her ortamda alttan almaya çalışsa da, hep kendini geri planda bırakmaya çalışır gibi görünse de aslında egoistin tekidir. Yaptıkları hep takdir edilsin ister. Kalabalığın içinde pohpohlandıkça kendini bişey zanneder, g.tü kalkar, lüzumsuz tevazu gösterir. Zaten bir-iki övgüden sonra şımardığı farkedilir, şöyle ki; fazlasıyla gülümsemeye başlar ve komik olmayan espriler yapar. Sulu ve gerzekçe şaka yapmaya başladıysa anlayın ki egosu tavan yapmıştır, g.tü tavana vurmuştur puştun..
Kendini komik zanneder. Evet, zaman zaman insanlar bunun esprilerine gülerler, hatta yarılırlar.. Ama ortalamaya baktığınızda berbattır. Aynı ego meselesinde olduğu gibi bir-iki esprisine gülün, hemen cıvır, üst üste seviyesiz şakalar yapar, sizi gülmekten soğutur. Kendisi, birazdan yapacağı espriyi yapmaması gerektiğini bilse bile yapar. Bir kere gülünmüştür onun şakalarına ya. Durmaz, duramaz..
İki kelimeyi bir araya getirip de konuşamaz bu gerizekalı. Entel dantel geçinir. Kitap okumalar, festival filmleri takip etmeler, eleştiriler gırladır. Fakat mesele karşılıklı oturup iki kelâm etmek olunca bir tane güzel cümle kuramaz. Beyni yavaş çalışır bunun. Aniden cümle kurması gerektiğinde mavi ekran verir, saçmalar, sıçar, sıvar..
Bazen çenesi düşer bu dingilin. Bir düşer, pir düşer. Susturamazsın. Genelde sessiz sakindir, az konuşur. Fakat al karşına, bi süre sohbet et, sana askerlik arkadaşınmış gibi davranmaya başlar, yavşaklaşır, karakterini kaybeder. Bunun bir üst seviyesinde ise nefes almadan konuşur.. O seviyeye geldi mi, zırvaların en büyüğü bundadır. Kafasına sıkılası olur bi anda..
Karşıt düşüncede olan biriyle konuşurken, zaman zaman farkında olmadan karşısındaki insanı kıracak derecede sert sözler söyler veya baskın çıkmaya çalışır ve bunu yaparken karşısındakini kırar, üzer. Baskın çıktığında ise yaptığının farkına varır ve özür diler ama çok geçtir artık. Öküzlük diz boyudur..
En yakınındaki insanlara hakettikleri değeri vermez asla. Odundur biraz. Aramaz, sormaz, merak etmez, ilgilenmez. Çok sevse bile belli etmez, ağırdan alır, hep karşıdan bekler. İçindeki hayvan sevgisi, insan sevgisinden çok daha fazladır bu hainin..
Ahkâm kesmeye bayılır! Sorsan, bi s.kimden haberi yoktur ama yine de konuşur, yine de fikir beyan eder, hatta doğruyu kendisinin bildiğini iddia eder utanmaz.. Hıncal gibidir biraz.
Yalan söyler. Muhtemelen herkes kadar..
İnsanları kategorize eder. Kendi kriterleri vardır, uymayanla işi olmaz bu ayrımcı pezevengin.
Terbiyeli, düzgün bi insan gibi görünse de, sapığın tekidir. Cinsellikle ilgili engin bilgileri vardır bunun. Üniversite hariç okul hayatında hep "cinsel içerikli bilgilerin alınabildiği güvenilir kaynak" rolü üstlenmiştir. İlk okulda "pipi nedir?" ile başlayan cinsel ansiklopedi kariyeri, lisede "kama-sutra nedir?" e kadar gelmiş, hepsinin altından başarıyla kalkmıştır. Soruların altından yani. Yanlış anlaşılma olmasın.
Ağzından küfür eksik olmaz. Övünür bununla hatta gerizekalı. Mazeretmiş gibi..
Birilerine yaranmaya çalışır bazen. Genelde henüz arkadaş olamadığı, fakat olmak için can attığı insanlara gereksiz iyi tavırlar sergiler, arkadaş olmayı başardığında da aramaz sormaz. Odundur demiştim daha önce, dimi?
Hep bi bunalım, bi depresyon havası vardır gözlerinde. Mutlu olduğu anlarda bile, içinde kanayan bir yer mutlaka vardır. Acıların çocuğu tribindedir.
Çok nadir hatasını kabul eder. Laz inadı vardır biraz. Çoğu konuda söylediği şeyin hatalı olduğunu bilse bile, sırf söylemiş olduğu için, geri adım atmaz. Zaafiyet olarak görür bunu idiyot!.
Bir arkadaşından kendisiyle ilgili kötü bir söz duyarsa dünyası yıkılır. "Başkaları ne der?" diye yaşar genelde. Bu huyundan nefret etse de bir türlü vazgeçemez moloz.
Hep başkaları tarafından yönlendirilir. Kesinlikle yöneticilik zekası, yeteneği yoktur. Git deyin gider, gel deyin gelir. Başkaları için yaşar. Deliler gibi işi olsa bile nadiren birinin davetini geri çevirir.
Bir yandan da ne zaman sorsan ya piyano çalışması gerekiyodur, ya yorgundur, ya müsait değildir. Hep vardır bi mazereti.
Kendisinden nefret etmesine rağmen, başkaları onu sevsin ister. "aman ne kadar iyi insan, ne kadar güzel insan, canım, cicim" densin diye didinir karaktersiz pezevenk.
Başkalarına hayat tavsiyeleri vermeye bayılır, ama "terzi kendi söküğünü dikemez" derler ya.. Anladınız siz..
Neredeyse üniversiteye kadar koluna girilmesinden nefret ederdi bu. Tecavüze uğramış gibi hissederdi koluna girildiğinde. Yakın arkadaşlarının çoğu da kız olduğundan, zamanla genişledi kendisi. Bu aptalca düşünceden kurtulduğu için lise arkadaşlarına minnettar.
Neredeyse her gün ilk aşkına küfrediyor.
En yakın arkadaşlarına bile anlatmadığı sırlarını bu blogda ayan beyan açık ediyor ya daha ne diyim ben bu ornitorenk beyinliye!.
Kafası o kadar büyük ki; "memeliler" sınıfından çıkarılıp, "kafadan bacaklılar" sınıfına dahil edilmesi gerek.
Kolları o kadar kısa ki; T-rex'lerin varlığına canlı bir kanıt kendileri..
O kadar çirkin ki; her aynaya bakışında, aynayı "karşısında çok kalmayacağı" konusunda ikna etmek zorunda kalıyor.
Yakın arkadaşlarının yanında osurmaktan çekinmiyor bu densiz. Üstüne bir de gülüyor. Koktukça katılıyor iğrenç pezevenk..
Duygusu yok bunun. Hiçbir şey hissetmiyor artık. Sevgi, hırs, kin, nefret, huzur, sevinç... Tık yok..
Bunun bilgi sahibi olduğu bi konuda başkası bilgi sahibi olamaz kendisine göre. Olsa bile hayatta kabul ettiremezsiniz. "evet ama.." ile başlayan cümlelerle aşağılar diğerini. İlla haklı çıkacak..
Herşeyden çok çabuk sıkılır. Siz daha ne olduğunu anlamadan şişmiştir bile. Darlamaya gelmez.
Uzun yazıları s.ksen okumaz, kendi uzun yazar.. Bunu bitirsin burda bari.
Mal.
Kendini komik zanneder. Evet, zaman zaman insanlar bunun esprilerine gülerler, hatta yarılırlar.. Ama ortalamaya baktığınızda berbattır. Aynı ego meselesinde olduğu gibi bir-iki esprisine gülün, hemen cıvır, üst üste seviyesiz şakalar yapar, sizi gülmekten soğutur. Kendisi, birazdan yapacağı espriyi yapmaması gerektiğini bilse bile yapar. Bir kere gülünmüştür onun şakalarına ya. Durmaz, duramaz..
İki kelimeyi bir araya getirip de konuşamaz bu gerizekalı. Entel dantel geçinir. Kitap okumalar, festival filmleri takip etmeler, eleştiriler gırladır. Fakat mesele karşılıklı oturup iki kelâm etmek olunca bir tane güzel cümle kuramaz. Beyni yavaş çalışır bunun. Aniden cümle kurması gerektiğinde mavi ekran verir, saçmalar, sıçar, sıvar..
Bazen çenesi düşer bu dingilin. Bir düşer, pir düşer. Susturamazsın. Genelde sessiz sakindir, az konuşur. Fakat al karşına, bi süre sohbet et, sana askerlik arkadaşınmış gibi davranmaya başlar, yavşaklaşır, karakterini kaybeder. Bunun bir üst seviyesinde ise nefes almadan konuşur.. O seviyeye geldi mi, zırvaların en büyüğü bundadır. Kafasına sıkılası olur bi anda..
Karşıt düşüncede olan biriyle konuşurken, zaman zaman farkında olmadan karşısındaki insanı kıracak derecede sert sözler söyler veya baskın çıkmaya çalışır ve bunu yaparken karşısındakini kırar, üzer. Baskın çıktığında ise yaptığının farkına varır ve özür diler ama çok geçtir artık. Öküzlük diz boyudur..
En yakınındaki insanlara hakettikleri değeri vermez asla. Odundur biraz. Aramaz, sormaz, merak etmez, ilgilenmez. Çok sevse bile belli etmez, ağırdan alır, hep karşıdan bekler. İçindeki hayvan sevgisi, insan sevgisinden çok daha fazladır bu hainin..
Ahkâm kesmeye bayılır! Sorsan, bi s.kimden haberi yoktur ama yine de konuşur, yine de fikir beyan eder, hatta doğruyu kendisinin bildiğini iddia eder utanmaz.. Hıncal gibidir biraz.
Yalan söyler. Muhtemelen herkes kadar..
İnsanları kategorize eder. Kendi kriterleri vardır, uymayanla işi olmaz bu ayrımcı pezevengin.
Terbiyeli, düzgün bi insan gibi görünse de, sapığın tekidir. Cinsellikle ilgili engin bilgileri vardır bunun. Üniversite hariç okul hayatında hep "cinsel içerikli bilgilerin alınabildiği güvenilir kaynak" rolü üstlenmiştir. İlk okulda "pipi nedir?" ile başlayan cinsel ansiklopedi kariyeri, lisede "kama-sutra nedir?" e kadar gelmiş, hepsinin altından başarıyla kalkmıştır. Soruların altından yani. Yanlış anlaşılma olmasın.
Ağzından küfür eksik olmaz. Övünür bununla hatta gerizekalı. Mazeretmiş gibi..
Birilerine yaranmaya çalışır bazen. Genelde henüz arkadaş olamadığı, fakat olmak için can attığı insanlara gereksiz iyi tavırlar sergiler, arkadaş olmayı başardığında da aramaz sormaz. Odundur demiştim daha önce, dimi?
Hep bi bunalım, bi depresyon havası vardır gözlerinde. Mutlu olduğu anlarda bile, içinde kanayan bir yer mutlaka vardır. Acıların çocuğu tribindedir.
Çok nadir hatasını kabul eder. Laz inadı vardır biraz. Çoğu konuda söylediği şeyin hatalı olduğunu bilse bile, sırf söylemiş olduğu için, geri adım atmaz. Zaafiyet olarak görür bunu idiyot!.
Bir arkadaşından kendisiyle ilgili kötü bir söz duyarsa dünyası yıkılır. "Başkaları ne der?" diye yaşar genelde. Bu huyundan nefret etse de bir türlü vazgeçemez moloz.
Hep başkaları tarafından yönlendirilir. Kesinlikle yöneticilik zekası, yeteneği yoktur. Git deyin gider, gel deyin gelir. Başkaları için yaşar. Deliler gibi işi olsa bile nadiren birinin davetini geri çevirir.
Bir yandan da ne zaman sorsan ya piyano çalışması gerekiyodur, ya yorgundur, ya müsait değildir. Hep vardır bi mazereti.
Kendisinden nefret etmesine rağmen, başkaları onu sevsin ister. "aman ne kadar iyi insan, ne kadar güzel insan, canım, cicim" densin diye didinir karaktersiz pezevenk.
Başkalarına hayat tavsiyeleri vermeye bayılır, ama "terzi kendi söküğünü dikemez" derler ya.. Anladınız siz..
Neredeyse üniversiteye kadar koluna girilmesinden nefret ederdi bu. Tecavüze uğramış gibi hissederdi koluna girildiğinde. Yakın arkadaşlarının çoğu da kız olduğundan, zamanla genişledi kendisi. Bu aptalca düşünceden kurtulduğu için lise arkadaşlarına minnettar.
Neredeyse her gün ilk aşkına küfrediyor.
En yakın arkadaşlarına bile anlatmadığı sırlarını bu blogda ayan beyan açık ediyor ya daha ne diyim ben bu ornitorenk beyinliye!.
Kafası o kadar büyük ki; "memeliler" sınıfından çıkarılıp, "kafadan bacaklılar" sınıfına dahil edilmesi gerek.
Kolları o kadar kısa ki; T-rex'lerin varlığına canlı bir kanıt kendileri..
O kadar çirkin ki; her aynaya bakışında, aynayı "karşısında çok kalmayacağı" konusunda ikna etmek zorunda kalıyor.
Yakın arkadaşlarının yanında osurmaktan çekinmiyor bu densiz. Üstüne bir de gülüyor. Koktukça katılıyor iğrenç pezevenk..
Duygusu yok bunun. Hiçbir şey hissetmiyor artık. Sevgi, hırs, kin, nefret, huzur, sevinç... Tık yok..
Bunun bilgi sahibi olduğu bi konuda başkası bilgi sahibi olamaz kendisine göre. Olsa bile hayatta kabul ettiremezsiniz. "evet ama.." ile başlayan cümlelerle aşağılar diğerini. İlla haklı çıkacak..
Herşeyden çok çabuk sıkılır. Siz daha ne olduğunu anlamadan şişmiştir bile. Darlamaya gelmez.
Uzun yazıları s.ksen okumaz, kendi uzun yazar.. Bunu bitirsin burda bari.
Mal.
19 Mart 2011 Cumartesi
Karalamalar - beş / şiirimtrak
Belli
kime uzatsa elini
ya tutan olmaz
ya tutan, çok dayanmaz
gider.
ya tutarsa diye
ele güne
el uzatılır mıymış?
elalem ne der?
gel sen
hiç gitme, gel.
__________________________________
Tek
çakmağı her çakışında
dert defterinin bir sayfası yanıyor,
duman üfledikçe
keder kazanından bir damla daha buharlaşıyordu.
yandı,
buharlaştı,
göğe erdi sonunda..
yağmur olup yağdığında
avucunu açıp rahmet bekleyen
kimsecikler yoktu.
__________________________________
Sakın
son kurşunumdu oysa ki.
karavana attım..
_______________________________
kime uzatsa elini
ya tutan olmaz
ya tutan, çok dayanmaz
gider.
ya tutarsa diye
ele güne
el uzatılır mıymış?
elalem ne der?
gel sen
hiç gitme, gel.
__________________________________
Tek
çakmağı her çakışında
dert defterinin bir sayfası yanıyor,
duman üfledikçe
keder kazanından bir damla daha buharlaşıyordu.
yandı,
buharlaştı,
göğe erdi sonunda..
yağmur olup yağdığında
avucunu açıp rahmet bekleyen
kimsecikler yoktu.
__________________________________
Sakın
son kurşunumdu oysa ki.
karavana attım..
_______________________________
10 Mart 2011 Perşembe
ne var ne yok? - sekiz
evet. "sekiz" bi dizi karakteri. farkındayım. sekiz diye isim mi olmaz, blog başlığı mı?.. siz karar verin..
bayaadır "ne var ne yok?" yazısı yazmıyodum, ne yazdığımı unuttum lan. bi başliyim de gerisi gelir herhal.. haydee biss....
hayatımda ilk defa bu sene:
-bi dersten bu kadar devamsızlık yaptım. (bir dönem boyunca hiç gitmemek..)
-yirmi üç yaşına girdim. (salakmış dimi. sekiz kez girilebilirmiş gibi..)
-evde bu kadar vakit geçirdim. yalnız..
-ağlamadım.
-bu kadar çok öğrencim oldu.
-kombo halinde hayırsızlıklar, odunluklar, hayvanlıklar yaptım.. pişman değilim.
-bir dersten dönem notu olarak "karne" me 15 geldi. utanmıyorum. beni bu hale getirenler utansın.
-televizyon yarışmasına başvurdum. hemde iki tanesine birden. biri "kelime oyunu" (acayip sarıyo lan!), diğeri "wipe-out".. asuman diyorum, başka bişey demiyorum..
-bi anlığına küfürden soğudum. iki kelimesinden biri ".mına koyim" olan bi arkadaş saolsun. ertesi gün düzeldim neyse ki.
-güzel hatun kriterimi, bir nebze de olsa, düşürdüm. özel sebeplerim var.
-iki arkadaşımı birden amerikaya uğurladım. biri gitti, biri gidici..
-burnumun içi bu kadar kaşındı. hapşuruk rekoru kırdım lan. yeter..
-saçlarımı komple 3e vurdurdum. (bkz: yarrak gibi adam - umut sarıkaya)
geçenlerde hayatımda ikinci kez kabız oldum. eski yazıları okuyanlar, sıçmak fiili ile ne kadar içli dışlı olduğumu bilirler. dolayısıyla kayısıya abanıp baş vermesini beklerken geçen zamanın nasıl bir işkence olduğunu tahmin edebilirler. haa eski yazılarımı okumayanlar, bağırsak faliyetimden bihaber kalsın. umrumda değil. (çok da s.kinizdeymiş gibi..)
galatasaray da takım mı olm? barçalıyım ben.
beşiktaşta bi büfede iki gıdım bişey yiyeyim dedim birkaç gün evvel. büfe, akaretler ışıkları tepeden gören bir konuma sahip. kendi düşüncelerimi bile duyamayacağım kadar uğultu var anlayacağınız. akşam saati üstelik. trafik gavur .mı...
sparişimi verdim. bekliyorum.
yolun ortasında bir polis memuru abimiz üstünde fosforlu yelek, ağzında düdük, "buraların ağası benim!" tavırları takınılmış bir halde bir o yana bir bu yana adım atıp, zaten olabildiğince akmakta olan trafiği, düdük öttürerek hızlandırabileceğini sanıyordu herhalde ki; 10 dakika boyunca nefes almadan düdük çaldı. trafik hızlandı mı? hayır. sürücüler polisi umursadı mı? hayır. e nooldu?? yıprandı benim sinirler, gitti ömürden bi 5 yıl daha. yetmezmiş gibi, zaten sağlam olan cehennemdeki yerimi, 10 dakikada ettiğim küfürlerle adeta kütüğüme geçirdim. ikametgah alıcam muhtardan (şeytan muhtar mı lan? yoksa reha mı muhtar?)(espri yaptığını sanan masum genç.. gel gel.. kucağıma gel..).
birinin, arabaların düdük öttürme enerjisiyle çalışmadığını bütün gerizekalı trafik polislerine anlatması lazım.. yoksa, ilk karşılaşacağım trafik polisi düdük öttürebilmek için osurmak zorunda kalacak!!!...
23 oldum olum. jordan lan. michael jordan!!
bu seneki smaç yarışması, jordan'ın katıldıkları hariç, gelmiş geçmiş en iyi smaç yarışmasıydı. kendimden geçtim...
gecenin bir yarısı eve dönerken bütün mahallenin elektrikleri kesildiydi bi keresinde. nasıl bir mutluluk, nasıl bir huzurdu o ya.. başım döndü. gerçekten başım döndü mutluluktan.. çıt yok koca mahallede, sokakta tek başımayım, sadece ay ışığı ile aydınlanıyor ortalık. eve yürüyordum, durdum, dikildim. beş - on dakika durmuşumdur moron gibi öylece. unutulmaz bi gece diye buna derim ben.. (niye anlattım lan ben bunu şimdi)..
debussy, benim bestecim. buna karar verdim kesin olarak...
çağdaşlarda toplandık yine bi akşam. bilgisayar oyunu gecesi için fazla kalabalıktık. cranium oynayalım dedik biz de hep beraber. "balayı" denince, 3 kişi ortak 3 şey düşünemiyomuş bunu gördüm. algılarım iflas etti.. balayı lan?!?!
o sorudan puan alamayınca grupça "iki eliyle bi s.ki doğrultamamak" deyiminin canlı örnekleri olduk. buradan grup arkadaşlarıma sesleniyorum: "balayına gitmeyin. valla... paranıza, zamanınıza yazık." ... tatil diyo yaa.. deniz diyo, yüzme diyo... öehhh!!
taksiciye "bu ne trafik abi, istanbul iyice yaşanmaz oldu artık" deyin.. gerisi kendiliğinden gelir..
bikaç yıl önce otobüste giderken yanımda oturan amca benimle muhabbet etmek istedi. (tipik otobüs amcası).. işte nerde okuyosun ne olucaksın fln derken hatun muhabbetine getirdi konuyu. (oha..) sonra başladı bana taktik vermeye.. yok kibar olucaksın, yok çiçek vericeksin.. böyle normal normal tavsiye verirken bi anda "kİlitorise dokunucaksın" dedi... kilitlendim.. güldüm sonra.. kendi de yarıldı bunu der demez.. "tabii" dedi kendini onaylamak için "bencil olmıycaksın, hassas noktaları biliceksin, kİlitorise değiceksin.. şindi ben çok iyi bir insanım anlıyorum kadınları. onları bi çiçek gibi sulıycaksın. ama herkes benim gibi değil ki! mesela benim kahvedeki arkadaşlara kİlitoris diyorum mal mal bakıyolar bana. öküzsünüz olum diyorum azıcık kibar olun lan! diyorum onlara.. ama sen akıllı bi çocuğa benziyosun. sen işini bilirsin. gençsin...." dedi..
"ağızda diş yok pezevengin, ettiği laflara bak hele.." dedim içimden.. pis pis gülmeyi de ihmal etmedim bi yandan. yavşak gibi..
sokaktaki vatandaşın biri sordu ne okuyosun diye, konservatuar - piyano dedim, haa bitince düğünlerde fln çalabilirsin inşallah iyi para var o işte dedi. (bir cümleyle dumur sound)
şu sıralar kendi kendime konuşma olayını abartmış durumdayım. özellikle otobüste ve yolda yürürken. baya sesli filan konuşuyorum bazen. insanlar tırsıp yüzüme bakıyolar "deli mi la bu?" diye.. değilim lan. valla deli değilim. canım sıkılıyo sadece..
o diil de, amerika ne de güzel s.kertti bütün arap ülkelerini alttan alttan.. yok devrimmiş, yok halk ayaklanmış, yok millet bıkmış, aydınlanmış, akılları başlarına gelmiş bilmem ne.. hadi len.. yemezler.. yakın dönemdeki avrupanın küçük devletlerinde çıkan isyanlara bakın, ırak'a bakın, afganistana bakın, koreye bakın.. pek çok resim arasındaki 10 farkı bulun..
bi de çıkıp "halk bilinçlenmiş. isyan etmişler. bu bi devrimdir. ...... halkının yanındayız" fln diye konuşuluyo etrafta.. oha! hakkaten oha!!...
o uçak gemilerinden bi tanesi bir gün bizim de g.tümüze giricek diye endişeleniyorum. gidişat o yönde malesef...
son birşeye daha değinmem lazım.
geçenlerde bir üniversite öğrencisi, kendi blog'unda başbakanı eleştirdi diye gözaltına alındı.
gerçekten kelimeler yetmiyor.
insanların blog yazılarını dahi takip ettirmek, karşıt seslere tahammülsüzlük, "dediğim dedik çaldığım düdük" anlayışı, faşizan bir zihniyetin ürünüdür.
zaten internet hariç hiç bir alanda fikirlerimiz dinlenmiyor, önemsenmiyor, bari bırakın da internette ne düşünüyorsak, ne hissediyorsak yazalım. kendi gencinize bu kadar zulmetmeye hakkınız yok. en tutucusundan en anarşistine bu gençliktir ülkenin geleceği. bizim aramızdan çıkacak ileride sizin koltuğunuza oturacak insanlar. kendinizce doğru şeyler yaptığınız zaman yandaşlarınız tarafından alkışlandığınız kadar, karşıtlarınız tarafından eleştirilmeyi de göze almalısınız. "ileri demokrasi" varsa "ileri eleştiri" de vardır. her fırsatta demokrasiden dem vuran insanların, demokrasiyi işlerine geldiği gibi kullanması, hem demokrasinin zaaflarını, hem de insanların ne kadar ikiyüzlü olabileceğini ortaya koymaktadır. dünyanın en pahalı benzinini kullanıp gık çıkarmayan bir milletin mensubu olarak, kara koyun olmaya çalışmak, bunun için çaba sarfetmek, bizler için onurdur.
ben bu blogda genelde siyasi içerikli yazılar yazmam. sebebi gözaltına alınma korkusu değildir. şahsen, siyasetin sıkıcı birşey olduğunu düşünmemdir. fakat böyle olaylar olduğu sürece arada bir eleştirel yazılar yazmak benim için zorunlu hale gelecektir. bu blog da takip altına alınırsa diye not düşeyim istedim.
hayde siyu!
bayaadır "ne var ne yok?" yazısı yazmıyodum, ne yazdığımı unuttum lan. bi başliyim de gerisi gelir herhal.. haydee biss....
hayatımda ilk defa bu sene:
-bi dersten bu kadar devamsızlık yaptım. (bir dönem boyunca hiç gitmemek..)
-yirmi üç yaşına girdim. (salakmış dimi. sekiz kez girilebilirmiş gibi..)
-evde bu kadar vakit geçirdim. yalnız..
-ağlamadım.
-bu kadar çok öğrencim oldu.
-kombo halinde hayırsızlıklar, odunluklar, hayvanlıklar yaptım.. pişman değilim.
-bir dersten dönem notu olarak "karne" me 15 geldi. utanmıyorum. beni bu hale getirenler utansın.
-televizyon yarışmasına başvurdum. hemde iki tanesine birden. biri "kelime oyunu" (acayip sarıyo lan!), diğeri "wipe-out".. asuman diyorum, başka bişey demiyorum..
-bi anlığına küfürden soğudum. iki kelimesinden biri ".mına koyim" olan bi arkadaş saolsun. ertesi gün düzeldim neyse ki.
-güzel hatun kriterimi, bir nebze de olsa, düşürdüm. özel sebeplerim var.
-iki arkadaşımı birden amerikaya uğurladım. biri gitti, biri gidici..
-burnumun içi bu kadar kaşındı. hapşuruk rekoru kırdım lan. yeter..
-saçlarımı komple 3e vurdurdum. (bkz: yarrak gibi adam - umut sarıkaya)
geçenlerde hayatımda ikinci kez kabız oldum. eski yazıları okuyanlar, sıçmak fiili ile ne kadar içli dışlı olduğumu bilirler. dolayısıyla kayısıya abanıp baş vermesini beklerken geçen zamanın nasıl bir işkence olduğunu tahmin edebilirler. haa eski yazılarımı okumayanlar, bağırsak faliyetimden bihaber kalsın. umrumda değil. (çok da s.kinizdeymiş gibi..)
galatasaray da takım mı olm? barçalıyım ben.
beşiktaşta bi büfede iki gıdım bişey yiyeyim dedim birkaç gün evvel. büfe, akaretler ışıkları tepeden gören bir konuma sahip. kendi düşüncelerimi bile duyamayacağım kadar uğultu var anlayacağınız. akşam saati üstelik. trafik gavur .mı...
sparişimi verdim. bekliyorum.
yolun ortasında bir polis memuru abimiz üstünde fosforlu yelek, ağzında düdük, "buraların ağası benim!" tavırları takınılmış bir halde bir o yana bir bu yana adım atıp, zaten olabildiğince akmakta olan trafiği, düdük öttürerek hızlandırabileceğini sanıyordu herhalde ki; 10 dakika boyunca nefes almadan düdük çaldı. trafik hızlandı mı? hayır. sürücüler polisi umursadı mı? hayır. e nooldu?? yıprandı benim sinirler, gitti ömürden bi 5 yıl daha. yetmezmiş gibi, zaten sağlam olan cehennemdeki yerimi, 10 dakikada ettiğim küfürlerle adeta kütüğüme geçirdim. ikametgah alıcam muhtardan (şeytan muhtar mı lan? yoksa reha mı muhtar?)(espri yaptığını sanan masum genç.. gel gel.. kucağıma gel..).
birinin, arabaların düdük öttürme enerjisiyle çalışmadığını bütün gerizekalı trafik polislerine anlatması lazım.. yoksa, ilk karşılaşacağım trafik polisi düdük öttürebilmek için osurmak zorunda kalacak!!!...
23 oldum olum. jordan lan. michael jordan!!
bu seneki smaç yarışması, jordan'ın katıldıkları hariç, gelmiş geçmiş en iyi smaç yarışmasıydı. kendimden geçtim...
gecenin bir yarısı eve dönerken bütün mahallenin elektrikleri kesildiydi bi keresinde. nasıl bir mutluluk, nasıl bir huzurdu o ya.. başım döndü. gerçekten başım döndü mutluluktan.. çıt yok koca mahallede, sokakta tek başımayım, sadece ay ışığı ile aydınlanıyor ortalık. eve yürüyordum, durdum, dikildim. beş - on dakika durmuşumdur moron gibi öylece. unutulmaz bi gece diye buna derim ben.. (niye anlattım lan ben bunu şimdi)..
debussy, benim bestecim. buna karar verdim kesin olarak...
çağdaşlarda toplandık yine bi akşam. bilgisayar oyunu gecesi için fazla kalabalıktık. cranium oynayalım dedik biz de hep beraber. "balayı" denince, 3 kişi ortak 3 şey düşünemiyomuş bunu gördüm. algılarım iflas etti.. balayı lan?!?!
o sorudan puan alamayınca grupça "iki eliyle bi s.ki doğrultamamak" deyiminin canlı örnekleri olduk. buradan grup arkadaşlarıma sesleniyorum: "balayına gitmeyin. valla... paranıza, zamanınıza yazık." ... tatil diyo yaa.. deniz diyo, yüzme diyo... öehhh!!
taksiciye "bu ne trafik abi, istanbul iyice yaşanmaz oldu artık" deyin.. gerisi kendiliğinden gelir..
bikaç yıl önce otobüste giderken yanımda oturan amca benimle muhabbet etmek istedi. (tipik otobüs amcası).. işte nerde okuyosun ne olucaksın fln derken hatun muhabbetine getirdi konuyu. (oha..) sonra başladı bana taktik vermeye.. yok kibar olucaksın, yok çiçek vericeksin.. böyle normal normal tavsiye verirken bi anda "kİlitorise dokunucaksın" dedi... kilitlendim.. güldüm sonra.. kendi de yarıldı bunu der demez.. "tabii" dedi kendini onaylamak için "bencil olmıycaksın, hassas noktaları biliceksin, kİlitorise değiceksin.. şindi ben çok iyi bir insanım anlıyorum kadınları. onları bi çiçek gibi sulıycaksın. ama herkes benim gibi değil ki! mesela benim kahvedeki arkadaşlara kİlitoris diyorum mal mal bakıyolar bana. öküzsünüz olum diyorum azıcık kibar olun lan! diyorum onlara.. ama sen akıllı bi çocuğa benziyosun. sen işini bilirsin. gençsin...." dedi..
"ağızda diş yok pezevengin, ettiği laflara bak hele.." dedim içimden.. pis pis gülmeyi de ihmal etmedim bi yandan. yavşak gibi..
sokaktaki vatandaşın biri sordu ne okuyosun diye, konservatuar - piyano dedim, haa bitince düğünlerde fln çalabilirsin inşallah iyi para var o işte dedi. (bir cümleyle dumur sound)
şu sıralar kendi kendime konuşma olayını abartmış durumdayım. özellikle otobüste ve yolda yürürken. baya sesli filan konuşuyorum bazen. insanlar tırsıp yüzüme bakıyolar "deli mi la bu?" diye.. değilim lan. valla deli değilim. canım sıkılıyo sadece..
o diil de, amerika ne de güzel s.kertti bütün arap ülkelerini alttan alttan.. yok devrimmiş, yok halk ayaklanmış, yok millet bıkmış, aydınlanmış, akılları başlarına gelmiş bilmem ne.. hadi len.. yemezler.. yakın dönemdeki avrupanın küçük devletlerinde çıkan isyanlara bakın, ırak'a bakın, afganistana bakın, koreye bakın.. pek çok resim arasındaki 10 farkı bulun..
bi de çıkıp "halk bilinçlenmiş. isyan etmişler. bu bi devrimdir. ...... halkının yanındayız" fln diye konuşuluyo etrafta.. oha! hakkaten oha!!...
o uçak gemilerinden bi tanesi bir gün bizim de g.tümüze giricek diye endişeleniyorum. gidişat o yönde malesef...
son birşeye daha değinmem lazım.
geçenlerde bir üniversite öğrencisi, kendi blog'unda başbakanı eleştirdi diye gözaltına alındı.
gerçekten kelimeler yetmiyor.
insanların blog yazılarını dahi takip ettirmek, karşıt seslere tahammülsüzlük, "dediğim dedik çaldığım düdük" anlayışı, faşizan bir zihniyetin ürünüdür.
zaten internet hariç hiç bir alanda fikirlerimiz dinlenmiyor, önemsenmiyor, bari bırakın da internette ne düşünüyorsak, ne hissediyorsak yazalım. kendi gencinize bu kadar zulmetmeye hakkınız yok. en tutucusundan en anarşistine bu gençliktir ülkenin geleceği. bizim aramızdan çıkacak ileride sizin koltuğunuza oturacak insanlar. kendinizce doğru şeyler yaptığınız zaman yandaşlarınız tarafından alkışlandığınız kadar, karşıtlarınız tarafından eleştirilmeyi de göze almalısınız. "ileri demokrasi" varsa "ileri eleştiri" de vardır. her fırsatta demokrasiden dem vuran insanların, demokrasiyi işlerine geldiği gibi kullanması, hem demokrasinin zaaflarını, hem de insanların ne kadar ikiyüzlü olabileceğini ortaya koymaktadır. dünyanın en pahalı benzinini kullanıp gık çıkarmayan bir milletin mensubu olarak, kara koyun olmaya çalışmak, bunun için çaba sarfetmek, bizler için onurdur.
ben bu blogda genelde siyasi içerikli yazılar yazmam. sebebi gözaltına alınma korkusu değildir. şahsen, siyasetin sıkıcı birşey olduğunu düşünmemdir. fakat böyle olaylar olduğu sürece arada bir eleştirel yazılar yazmak benim için zorunlu hale gelecektir. bu blog da takip altına alınırsa diye not düşeyim istedim.
hayde siyu!
2 Şubat 2011 Çarşamba
Karalamalar -dört / öykümtrak
Sonunda başarmışlardı. Işık hızını aşıp yıllarca durmadan gidebilen, uzayın o eşsiz basıncına dayanıklı, içinde barınacak insanlara gerekli süre için yeterli teçhizatı barındırabilen, yılların araştırması, deneyi ve emeğinin ürünü uzay aracı, sonunda tamamlanmış, uzay sınırının dışına yapacağı yolculuğa her şeyiyle hazır edilmişti. İnsanlığın neredeyse başlangıcından beri peşinde olduğu pek çok soruya artık yanıt verilebilecekti. Üstelik görsel kanıtlarla birlikte.
İlk defa uzayın sınırının var olup olmadığı kesin kanıtlanacak, sınır varsa ötesinde ne olduğu görülecek, ve aslında "biz neyiz?" sorusunun cevabını, sonunda bir insanoğlu gözleriyle görüp verebilecekti.
Bütün dünya, buraya odaklanmıştı. Dünya üzerinde yaşamakta olan her bir insan, bütün işini gücünü bırakıp televizyon veya internet başında bu en büyük proje hakkında yaşanan gelişmeleri takip ediyordu. Bir kişi hariç; ben.
İnsanlık tarihinin bu en büyük projesinin merkezi seçilmiştim. O uzay aracıyla uzayın sınırötesine yapılacak yolculuk, bana lütfedilmişti. Bebekliğimden beri tek tutkum olan uzay, bana kendisiyle yakından tanışma fırsatı sağlamıştı sonunda. Sadece yatmadan önce hayalini kurabildiğim bir yolculuğu gerçekten yapmak üzereydim. Sevinçten uçuyordum. Birazdan uzay aracının roketleriyle, kelimenin ilk anlamıyla da, uçacaktım. Hem de uzayın derinliklerine, taa sınırına ve hatta ötesine!..
...
Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Aracın mekaniği ile ilgili son kontrollerin tamamı yapıldı, merkezle bağlantı test edildi, aracın üzerinde ve içinde hiç durmadan kayıt yapacak kameralar kontrol edildi, yakıt konuldu, araç fırlatma rampasına bağlandı, görevli herkes, işi biter bitmez güvenli bir uzaklığa çekildi ve son geri sayım başladı. 10.. 9.. 8..
Araç yoğun sarsılmalar eşliğinde hareket etmeye başlamıştı. Yeryüzü ile bağlantım, belki de son kez, kesildi. Yavaş yavaş atmosfere yaklaştım, onu geçtim ve giderek artan bir hızla yörüngeye oturdum. Kısa bir süre yörüngede kaldıktan sonra yönümü, uzayın o güne kadar keşfedilen şekli ile, olası çıkışına en yakın olduğu öngörülen doğrultuya çevirdim ve yörüngeden çıkar çıkmaz, güneş sisteminin dışına çıkana kadar aracı yüksek hızda sabitledim. Yörüngeyi çıkana kadarki sarsıntılı yolculuk bitince araç bir bulut huzmesinden aşağıya kaymakta olan bir kar tanesi kadar narin süzülmeye başladı. Aracın o anki hızı ile yeryüzünde yapılacak herhangi bir yolculuk bir insanın içini dışına çıkarabilirdi kolaylıkla. Fakat orada, uzay boşluğunda, insanın içini gıdıklamaktan başka bir şey olmuyordu. Tam o anda Debussy'nin "Prélude à l'après-midi d'un faune" adlı eseri çalmaya başlamıştı beynimde. Bir hiçlik içinde süzülüyormuş hissini iliklerime kadar yaşarken başka hangi müzik düşünülebilirdi ki? "Bir perinin öğleden sonrası"nı yansıtmasına rağmen bu eser, uzay boşluğunu da tasvir ediyordu sanki. En azından ben, bilgisiz, basit bir dinleyici olarak, öyle düşünüyordum.
Yavaş yavaş güneş sistemi gezegenlerinin yanından geçerek dışarıya çıkıyordum. Mars'ı geçtim önce. Bizim şu meşhur "kızıl gezegen". Sonra Jüpiter. Roma mitolojisinin tanrılar tanrısı. Satürn geldi sonra. Merkezini çevreleyen disk, yakından daha da büyüleyici görünüyordu gerçekten. Bir toz yığını, bu kadar mı güzel olabilirdi? Uranüs ve Neptün vardı sonra. Mitolojik çağrışımlar eşliğinde, en son Plüton'u gördüm. Dışlanmış ex-gezegen. Yazık. O kadar minik ve sevimli görünüyordu ki, "Tamam. Gel, sen de gezegensin bundan sonra. Üzülme" deyip bağrıma basacaktım neredeyse.
...
Birkaç yıl sonra güneş sisteminden çıktım. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinden çıkabilmem için birkaç onyıl daha ışık hızının çok üstünde seyahat etmem gerekti. Bu süre boyunca hayatımı rutine oturmayı başarmıştım. Günlük işlerimi ufak bir uzay mekiği içinde görebiliyordum. Mutluydum. Hele Samanyolu'ndan uzaklaşıp da arkama baktığımda olanca güzelliğiyle gözlerimin önüne serilmiş bir galaksi dolusu gezegen görmek, çocukluğumu gözümün önüne getirerek ilahi bir mutlulukla doldurdu içimi.
Çocukken oynadığım evcilik oyunlarında hep astronot olurdum. Kimi zaman gezegenleri toplayıp kavanozlara doldurur, kimi zaman başka gezegenden arkadaşlarla oyunlar oynardım. Uzaydı benim mekânım; o zamanlar bir hayalden ibaret olan fakat şimdi tüm hücrelerime kadar hissedebildiğim uzay.
...
Gündüz ve gece gibi kavramları unutalı yıllar olmuştu. Enerjimi mükemmel bir şekilde ayarlayabilmek için tıpkı dünyadaki gibi yirmidört saatlik periyotlara ayırıyordum zamanımı. Tabii ki dünya zamanına göre değil, kol saatime göre!..
Zaman, göreceli bir kavramdır. Dolayısıyla dünyadaki türdaşlarıma göre çok daha yavaş yaşlanıyordum uzayın derinliklerinde. Zor bir kavram "görecelik". İnsanın algıları şaşıyor doğrusu.
...
Uzun yıllar süren yolculuğumun sonunda, her şey olağan giderken, ileride uzayın zifiri karanlığından oluşan, akılalmaz büyüklükte bir duvar gördüğümü sandım bir an. Gözlerime inanamadım önce. Tıpkı filmlerdeki gibi gözlerimi ovalayıp iki tokat attım kendime. Hatta koluma da çimdik attım rüya mı görüyorum acaba diye. Hem tokatları, hem çimdiği tüm acısıyla hissetmiştim; rüyada da değildim, halisünasyon da görmüyordum. Uzay bitmek üzereydi! Uzay.. Düşüncelerimizde bile bir sınır çizmeyi başaramadığımız uzay.. Birazdan bir ademevladı bu kara incinin dışına adım atacaktı. "Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım" dediğin böyle olur dedim Neil amcaya hitaben. Onun ay üzerinde yaptığı şirin, zıplarcasına yürüyüşün benzerini, ben de sevinçten çıldırırcasına uzay aracımın içinde yapıyordum. Eğer aracın içinde başka birisi daha olsaydı, "deli" damgasını çoktan yemiştim. Ben deliredururken, duvarımsı karartı gitgide yaklaşmıştı. Artık burun burunaydık. Bilinmezliğe olan yolculuğumda, bilinmezliğin de ötesine geçiyordum böylece. Duvarın içinden geçerken herşey öylesine yavaştı ki, Bir an zaman durdu zannettim. Yaşam denilen şeyin anlamsızlığından dem vurup dururdum dünyadaki zavallı hayatımda. Uzayın sınırı içimden geçerken yaşamı anlamak, kelimelerle tarif edilemeyecek bir duyguydu. Eğer öyle birşey varsa, Nirvana'ya varmıştım kendimce.
...
Bu eşsiz boşalımı yaşadıktan sonra gözlerimi yavaş yavaş araladım. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum; doğal olarak korku ve merak duyguları istila etmişti benliğimi. Yavaşça aralanan gözkapaklarımın arasından, tıpkı dünya atmosferinden çıktığımda gördüklerime benzeyen ışıklar sızmaya başladı. Uzaklarda yıldızlarımıza benzeyen parlaklıklar görünüyordu. Arkama baktım. Kocaman, simsiyah bir yuvarlak, daha önce yaptığım kara inci benzetmesini haklı çıkarırcasına, olanca ihtişamıyla orada duruyordu. Bir kez daha büyülenmiştim.
...
Fakat bir gariplik vardı. Sersemliğimi üstümden atıp da biraz çevreyi incelediğimde, içinde bulunduğum şey her neyse, güneş sistemimize çok benziyordu. Zira on saatlik bir araştırma neticesinde fark ettim ki, uzay diye bildiğimiz kara yuvarlak, benzer başka kara yuvarlaklarla dipdibeydi; tıpkı bir üzüm salkımı gibi. Daha da ilginci salkım formundaki "uzay yumağı"nın etrafında, bir yörüngeye sahip, sekiz gezegenimsi küre vardı. Bir süre sonra bulunduğum yerin başka bir gezegen sistemi olduğu fikrine varmıştım fakat bu fikrin yanlışlığını anlamam uzun sürmedi. Tek tek detaylara baktığımda gezegen sistemine çok benzese de, büyük resim, bir atomun yapısıyla birebir örtüşüyordu. Bir atomun içindeydim. Yani... Herşey, hepimiz bir atomun çekirdeğinin içinde, bir atomun parçasıydı, parçasıydık. Evim, arabam, arkadaşlarım, şehrim, ülkem, gezegenim... Her şeyim... Sekiz elektronlu bir oksijen atomunun parçasıydı. Farkına bile varılamayacak küçük parçalarıydı belki ama neydi "küçük"? Neye göre? Veya "büyük" neydi? "Uzun", "kısa", "yaşlı", "genç"... Tüm ölçü birimlerinin içi boşalmıştı bir anda. Beynim allak bullak olmuştu. Fazlaydı bu bilgiler benim sınırlı beynime. Hele de bu oksijen atomunun, tıpkı dünyada olduğu gibi, iki hidrojen atomuyla birleşip "su" oluşturabilme ihtimali -ki muhtemelen bu gerçekti- bile bir insanı delirtmeye yeterliydi. Oluşan su hangi nehiri veya gölü oluşturuyordu? Nereye akıyordu? Nasıl bir gezegendeydi? Ya da bir gezegende miydi? Gezegende değilse nasıl bir göktaşındaydı? Belkide orada bambaşka bir sistem vardı; yani ne gezegen vardı, ne yıldız, ne göktaşı...
Bunları düşündükçe aklımın yerinden oynadığını hissedebiliyordum. Göz göre göre deliriyordum ama bu soruları sormaktan alamıyordum kendimi.
Aslında algılayamadığım şey, evren diye bildiğimiz oluşumun sonsuz bir kısırdöngünün parçası olduğu fikriydi. Sonsuzluktu kısaca.
Evren, bir atomun parçasıydı; o atom da herhangi bir maddenin yapıtaşıydı; o madde bir gezegendeydi; o gezegen bir güneş sisteminin içinde, yörüngedeydi; o güneş sistemi bir galaksinin içindeydi... Böylece uzayıp giden fakat bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlayan sonsuz bir çemberden ibaretti herşey.
Olmuyordu, aklım almıyordu bir türlü.
...
Merakıma yenik düşüp -aslında dünyaya geri dönmem gerekirken- atomun dışına doğru yoluma devam ettim. Öğrenmeliydim. Sonsuzluğu gözlerimle görmeliydim. Aksi takdirde sonsuzluk fikrini algılayamayan beynim, kendini imha edecekti.
İlerledikçe enerjimi ve akıl sağlığımı kaybediyordum. Kendimi de bir kısırdöngünün içine sokmuştum. İnsanoğlunun lanet zayıf iradesi, kendini yok etmek üzere programlanmış diye düşünürdüm hep. Haklıymışım.
...
Kendime dair hatırladığım son şey; onca soruya verilecek sağlam cevaplarım olmasına rağmen ortada hâla yığınla soru olduğu gerçeğiydi.
Elde edilen her bilgi, yanıtlanan her soru, başka soruları doğuruyordu. Hayat, sonsuzluğun ta kendisi ise ve bizim bunu algılama ihtimalimizin olmaması, hayatın -o ana kadar gördüğüm- en acı gerçeği ise, gerçekten anlamsızdı!
...
Kendimi bu büyüleyici sonsuzluğa bırakarak onunla bir olma, bütünleşme fırsatım varken elimde, ne diye dünyaya dönecektim ki? Zira yedi milyar aklını yitirmiş yaratık, bir gezegen için fazla olurdu. Hiç öğrenmeseler daha iyi; saçma ilahi masallar uydurup ona inansınlar, büyük bir gücün her şeyi yönettiğini zannedip tapınsınlar, birbirlerine "uzaydan bakınca ne kadar da küçüğüz değil mi?" diye sorup fantaziler kursunlar...
...
Aslında her şey, insan; insan, her şeydir. Bu sonsuzluğun algılandığı gün, geride kalan türdaşlarım da, benim gibi sonsuzluğa erecek. Üstelik kendilerini, çırılçıplak, bir atom çekirdeğinin içine bırakmak zorunda kalmadan!
İlk defa uzayın sınırının var olup olmadığı kesin kanıtlanacak, sınır varsa ötesinde ne olduğu görülecek, ve aslında "biz neyiz?" sorusunun cevabını, sonunda bir insanoğlu gözleriyle görüp verebilecekti.
Bütün dünya, buraya odaklanmıştı. Dünya üzerinde yaşamakta olan her bir insan, bütün işini gücünü bırakıp televizyon veya internet başında bu en büyük proje hakkında yaşanan gelişmeleri takip ediyordu. Bir kişi hariç; ben.
İnsanlık tarihinin bu en büyük projesinin merkezi seçilmiştim. O uzay aracıyla uzayın sınırötesine yapılacak yolculuk, bana lütfedilmişti. Bebekliğimden beri tek tutkum olan uzay, bana kendisiyle yakından tanışma fırsatı sağlamıştı sonunda. Sadece yatmadan önce hayalini kurabildiğim bir yolculuğu gerçekten yapmak üzereydim. Sevinçten uçuyordum. Birazdan uzay aracının roketleriyle, kelimenin ilk anlamıyla da, uçacaktım. Hem de uzayın derinliklerine, taa sınırına ve hatta ötesine!..
...
Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Aracın mekaniği ile ilgili son kontrollerin tamamı yapıldı, merkezle bağlantı test edildi, aracın üzerinde ve içinde hiç durmadan kayıt yapacak kameralar kontrol edildi, yakıt konuldu, araç fırlatma rampasına bağlandı, görevli herkes, işi biter bitmez güvenli bir uzaklığa çekildi ve son geri sayım başladı. 10.. 9.. 8..
Araç yoğun sarsılmalar eşliğinde hareket etmeye başlamıştı. Yeryüzü ile bağlantım, belki de son kez, kesildi. Yavaş yavaş atmosfere yaklaştım, onu geçtim ve giderek artan bir hızla yörüngeye oturdum. Kısa bir süre yörüngede kaldıktan sonra yönümü, uzayın o güne kadar keşfedilen şekli ile, olası çıkışına en yakın olduğu öngörülen doğrultuya çevirdim ve yörüngeden çıkar çıkmaz, güneş sisteminin dışına çıkana kadar aracı yüksek hızda sabitledim. Yörüngeyi çıkana kadarki sarsıntılı yolculuk bitince araç bir bulut huzmesinden aşağıya kaymakta olan bir kar tanesi kadar narin süzülmeye başladı. Aracın o anki hızı ile yeryüzünde yapılacak herhangi bir yolculuk bir insanın içini dışına çıkarabilirdi kolaylıkla. Fakat orada, uzay boşluğunda, insanın içini gıdıklamaktan başka bir şey olmuyordu. Tam o anda Debussy'nin "Prélude à l'après-midi d'un faune" adlı eseri çalmaya başlamıştı beynimde. Bir hiçlik içinde süzülüyormuş hissini iliklerime kadar yaşarken başka hangi müzik düşünülebilirdi ki? "Bir perinin öğleden sonrası"nı yansıtmasına rağmen bu eser, uzay boşluğunu da tasvir ediyordu sanki. En azından ben, bilgisiz, basit bir dinleyici olarak, öyle düşünüyordum.
Yavaş yavaş güneş sistemi gezegenlerinin yanından geçerek dışarıya çıkıyordum. Mars'ı geçtim önce. Bizim şu meşhur "kızıl gezegen". Sonra Jüpiter. Roma mitolojisinin tanrılar tanrısı. Satürn geldi sonra. Merkezini çevreleyen disk, yakından daha da büyüleyici görünüyordu gerçekten. Bir toz yığını, bu kadar mı güzel olabilirdi? Uranüs ve Neptün vardı sonra. Mitolojik çağrışımlar eşliğinde, en son Plüton'u gördüm. Dışlanmış ex-gezegen. Yazık. O kadar minik ve sevimli görünüyordu ki, "Tamam. Gel, sen de gezegensin bundan sonra. Üzülme" deyip bağrıma basacaktım neredeyse.
...
Birkaç yıl sonra güneş sisteminden çıktım. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinden çıkabilmem için birkaç onyıl daha ışık hızının çok üstünde seyahat etmem gerekti. Bu süre boyunca hayatımı rutine oturmayı başarmıştım. Günlük işlerimi ufak bir uzay mekiği içinde görebiliyordum. Mutluydum. Hele Samanyolu'ndan uzaklaşıp da arkama baktığımda olanca güzelliğiyle gözlerimin önüne serilmiş bir galaksi dolusu gezegen görmek, çocukluğumu gözümün önüne getirerek ilahi bir mutlulukla doldurdu içimi.
Çocukken oynadığım evcilik oyunlarında hep astronot olurdum. Kimi zaman gezegenleri toplayıp kavanozlara doldurur, kimi zaman başka gezegenden arkadaşlarla oyunlar oynardım. Uzaydı benim mekânım; o zamanlar bir hayalden ibaret olan fakat şimdi tüm hücrelerime kadar hissedebildiğim uzay.
...
Gündüz ve gece gibi kavramları unutalı yıllar olmuştu. Enerjimi mükemmel bir şekilde ayarlayabilmek için tıpkı dünyadaki gibi yirmidört saatlik periyotlara ayırıyordum zamanımı. Tabii ki dünya zamanına göre değil, kol saatime göre!..
Zaman, göreceli bir kavramdır. Dolayısıyla dünyadaki türdaşlarıma göre çok daha yavaş yaşlanıyordum uzayın derinliklerinde. Zor bir kavram "görecelik". İnsanın algıları şaşıyor doğrusu.
...
Uzun yıllar süren yolculuğumun sonunda, her şey olağan giderken, ileride uzayın zifiri karanlığından oluşan, akılalmaz büyüklükte bir duvar gördüğümü sandım bir an. Gözlerime inanamadım önce. Tıpkı filmlerdeki gibi gözlerimi ovalayıp iki tokat attım kendime. Hatta koluma da çimdik attım rüya mı görüyorum acaba diye. Hem tokatları, hem çimdiği tüm acısıyla hissetmiştim; rüyada da değildim, halisünasyon da görmüyordum. Uzay bitmek üzereydi! Uzay.. Düşüncelerimizde bile bir sınır çizmeyi başaramadığımız uzay.. Birazdan bir ademevladı bu kara incinin dışına adım atacaktı. "Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım" dediğin böyle olur dedim Neil amcaya hitaben. Onun ay üzerinde yaptığı şirin, zıplarcasına yürüyüşün benzerini, ben de sevinçten çıldırırcasına uzay aracımın içinde yapıyordum. Eğer aracın içinde başka birisi daha olsaydı, "deli" damgasını çoktan yemiştim. Ben deliredururken, duvarımsı karartı gitgide yaklaşmıştı. Artık burun burunaydık. Bilinmezliğe olan yolculuğumda, bilinmezliğin de ötesine geçiyordum böylece. Duvarın içinden geçerken herşey öylesine yavaştı ki, Bir an zaman durdu zannettim. Yaşam denilen şeyin anlamsızlığından dem vurup dururdum dünyadaki zavallı hayatımda. Uzayın sınırı içimden geçerken yaşamı anlamak, kelimelerle tarif edilemeyecek bir duyguydu. Eğer öyle birşey varsa, Nirvana'ya varmıştım kendimce.
...
Bu eşsiz boşalımı yaşadıktan sonra gözlerimi yavaş yavaş araladım. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum; doğal olarak korku ve merak duyguları istila etmişti benliğimi. Yavaşça aralanan gözkapaklarımın arasından, tıpkı dünya atmosferinden çıktığımda gördüklerime benzeyen ışıklar sızmaya başladı. Uzaklarda yıldızlarımıza benzeyen parlaklıklar görünüyordu. Arkama baktım. Kocaman, simsiyah bir yuvarlak, daha önce yaptığım kara inci benzetmesini haklı çıkarırcasına, olanca ihtişamıyla orada duruyordu. Bir kez daha büyülenmiştim.
...
Fakat bir gariplik vardı. Sersemliğimi üstümden atıp da biraz çevreyi incelediğimde, içinde bulunduğum şey her neyse, güneş sistemimize çok benziyordu. Zira on saatlik bir araştırma neticesinde fark ettim ki, uzay diye bildiğimiz kara yuvarlak, benzer başka kara yuvarlaklarla dipdibeydi; tıpkı bir üzüm salkımı gibi. Daha da ilginci salkım formundaki "uzay yumağı"nın etrafında, bir yörüngeye sahip, sekiz gezegenimsi küre vardı. Bir süre sonra bulunduğum yerin başka bir gezegen sistemi olduğu fikrine varmıştım fakat bu fikrin yanlışlığını anlamam uzun sürmedi. Tek tek detaylara baktığımda gezegen sistemine çok benzese de, büyük resim, bir atomun yapısıyla birebir örtüşüyordu. Bir atomun içindeydim. Yani... Herşey, hepimiz bir atomun çekirdeğinin içinde, bir atomun parçasıydı, parçasıydık. Evim, arabam, arkadaşlarım, şehrim, ülkem, gezegenim... Her şeyim... Sekiz elektronlu bir oksijen atomunun parçasıydı. Farkına bile varılamayacak küçük parçalarıydı belki ama neydi "küçük"? Neye göre? Veya "büyük" neydi? "Uzun", "kısa", "yaşlı", "genç"... Tüm ölçü birimlerinin içi boşalmıştı bir anda. Beynim allak bullak olmuştu. Fazlaydı bu bilgiler benim sınırlı beynime. Hele de bu oksijen atomunun, tıpkı dünyada olduğu gibi, iki hidrojen atomuyla birleşip "su" oluşturabilme ihtimali -ki muhtemelen bu gerçekti- bile bir insanı delirtmeye yeterliydi. Oluşan su hangi nehiri veya gölü oluşturuyordu? Nereye akıyordu? Nasıl bir gezegendeydi? Ya da bir gezegende miydi? Gezegende değilse nasıl bir göktaşındaydı? Belkide orada bambaşka bir sistem vardı; yani ne gezegen vardı, ne yıldız, ne göktaşı...
Bunları düşündükçe aklımın yerinden oynadığını hissedebiliyordum. Göz göre göre deliriyordum ama bu soruları sormaktan alamıyordum kendimi.
Aslında algılayamadığım şey, evren diye bildiğimiz oluşumun sonsuz bir kısırdöngünün parçası olduğu fikriydi. Sonsuzluktu kısaca.
Evren, bir atomun parçasıydı; o atom da herhangi bir maddenin yapıtaşıydı; o madde bir gezegendeydi; o gezegen bir güneş sisteminin içinde, yörüngedeydi; o güneş sistemi bir galaksinin içindeydi... Böylece uzayıp giden fakat bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlayan sonsuz bir çemberden ibaretti herşey.
Olmuyordu, aklım almıyordu bir türlü.
...
Merakıma yenik düşüp -aslında dünyaya geri dönmem gerekirken- atomun dışına doğru yoluma devam ettim. Öğrenmeliydim. Sonsuzluğu gözlerimle görmeliydim. Aksi takdirde sonsuzluk fikrini algılayamayan beynim, kendini imha edecekti.
İlerledikçe enerjimi ve akıl sağlığımı kaybediyordum. Kendimi de bir kısırdöngünün içine sokmuştum. İnsanoğlunun lanet zayıf iradesi, kendini yok etmek üzere programlanmış diye düşünürdüm hep. Haklıymışım.
...
Kendime dair hatırladığım son şey; onca soruya verilecek sağlam cevaplarım olmasına rağmen ortada hâla yığınla soru olduğu gerçeğiydi.
Elde edilen her bilgi, yanıtlanan her soru, başka soruları doğuruyordu. Hayat, sonsuzluğun ta kendisi ise ve bizim bunu algılama ihtimalimizin olmaması, hayatın -o ana kadar gördüğüm- en acı gerçeği ise, gerçekten anlamsızdı!
...
Kendimi bu büyüleyici sonsuzluğa bırakarak onunla bir olma, bütünleşme fırsatım varken elimde, ne diye dünyaya dönecektim ki? Zira yedi milyar aklını yitirmiş yaratık, bir gezegen için fazla olurdu. Hiç öğrenmeseler daha iyi; saçma ilahi masallar uydurup ona inansınlar, büyük bir gücün her şeyi yönettiğini zannedip tapınsınlar, birbirlerine "uzaydan bakınca ne kadar da küçüğüz değil mi?" diye sorup fantaziler kursunlar...
...
Aslında her şey, insan; insan, her şeydir. Bu sonsuzluğun algılandığı gün, geride kalan türdaşlarım da, benim gibi sonsuzluğa erecek. Üstelik kendilerini, çırılçıplak, bir atom çekirdeğinin içine bırakmak zorunda kalmadan!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)