9 Ekim 2012 Salı

Yineleme

hayatımda
yediklerimden, içtiklerimden tat alabildiğim,
sayamadım,
bilmem kaçıncı gece..

puro ciğerlerimi tıkamıyor, 
şişeden içtiğim viski içimi yakmadan mideme iniyor bu gece..
korunuyorum sanki..
birisi
ya da bir şeyler koruyor beni..

aklımda o..
ondan önce öbürü,
öbüründen de önce,
ötekisi..
akıl hapisanemde
kalakaldılar..

yanıma almak istedim,
elime,
dilime,
burnumun dibine..
girmek istedim, 
vajinasından önce
kalbine..

sayamadım, 
bilmem kaçıncı kez
başladığım yerdeyim..
ağzımda puro,
elimde viski şişesi,
kağıt,
kalem..

ağlayamıyorum artık..
gecelerdir,
haftalardır,
aylardır ağlayamıyorum..
dedim ya korunuyorum diye,
ağlatmıyor bir şeyler
ya da birisi.. 
ağlamıyorum, 
ağlanacak halimi
yazıyorum..


30 Eylül 2012 Pazar

Kesişmek

Bizim ülkemizde "kesişmek" olgusu, kısa süreli bulunduğum diğer ülkelerde yaptığım gözlemlere göre çok daha fazla ve derin yaşanıyor. Başka ülkelerde herkes kendi işine bakarken (minding their own business), bizde olay daha ziyede başkalarını gözlemlemek üzerine.. Mesela mahalle bakkalına giderken bile en azından mahallenin çocuklarının oynadığı futbol maçıyla ilgileniriz, hatta bazen biraz aşırıya kaçıp "at bakalım abinin kıllı göğsüne" diye entegre oluruz oyunun orta yerine.. Akılda ekmek almak olsa bile, sokağa çıkıldığında sanki ekmek almaya giden biz değilmişiz gibi davranırız.. Balkondaki komşularla hal hatır soruşmaca, mahallenin çocuklarına takılmaca, o sırada sokaktan geçmekte olan güzel hatun/yakışıklı erkek ile göz teması kurmaya çalışmaca.. Halbuki ne demiş atalarımız? "el s.kiyle gerdeğe girilmez.." .. hmm.. epey alakasız oldu bu ama o kadar neşeli bi atasözü ki,  araya sıkıştırmadan edemedim.. ehe mehe..

Diyeceğim odur ki efendim, bu kesişmek mevzusunun türlü türlü oluru olmazı var. Bunları anlatacağım bu yazıyı bizzat yaşadığım ve yaşandığına şahit olduğum kesişme seansları üzerine bina edeceğim. hayde bismil..

kesişmelerin en sıradanı, istiklal caddesi gibi kalabalık yerlerde yaşanan 1-2 saniyelik kısa göz sevişmeleridir.. aslında sevişme diyemeyiz, foreplay/önsevişme desek daha doğru sanırım.. o kadar sık ve o kadar hızlı yaşanır ki hiç bir kesişgili (sevgiliden devşirdiğim yeni sözcük.. yersen..) bu kısa önsevişme seansını bir daha hiç hatırlamaz. one night stand gibidir aslında biraz.. "işini bitirir, g.tünü döner yatarsın", bir daha da aramazsın.. budur..
fakat her kesişme bu kadar hayasızca yaşanmaz. bazıları özeldir, güzeldir.. teknik olarak tam bir kesişme olmasa da, sonu kötü bitse de, bir an için bile olsa mutlu eder..
göklerden inmişçesine güzel/yakışıklı biriyle karşılaşırsın bir cafede/restoranda.. o kadar güzel/yakışıklıdır ki yiyeceğin buz keser, içeceğin içilmez hale gelir, unutursun beslenmeyi.. gözlerinle doyarsın.. taa ki o insan sizi hiç s.klemeden yiyip bitirdiği yemeğinin hesabını ödeyip yine hiç s.klemeden mekanı terk edene kadar.. işte o an midene öküz oturur, hayata küsersin, "bunlar nerde yaşıyo amk? bizim etrafımızda niye yok böylesi? ızdırabını s.keyim.." diye kaderine saydırırsın.. "platonik aşk en güzeli galiba" sonucuna varıp, boka dönmüş yemeğini yer, sidikten hallice içeceğini içersin.. büyülü bir zaman parçası, yaşanır biter, her şey normale döner.. gerçek aşk sevişmesi gibidir bu.. sevgi dolu, ateşli, neşeli, kısa süreli.. böyledir..
baştan sona ızdırap gibi geçen kesişmeler de olur.. bunun en kralı da toplu taşıma araçlarındadır..
önce kısa bir bakışmayla başlar.. sonra başka yöne bakarsın, sonra "acaba bana bakıyomu?" diye bir kez daha bakarsın, baktın bakıyo, gözlerini kaçırırsın önce. sonra direk ona bakmazsın da arkasındaki bişeye bakıyomuş gibi yapıp ona bakarsın çaktırmamaya çalışarak. baktın bakmıyo, sen bakarsın, bakarsın, bakarsın... arada bakışmalar çakışır, kesişmeye dönüşür, inatlaşırsın "önce o başka yöne baksın" diye, hakkaten de önce o başka yöne bakar.. kafandan telepatik olarak ona ulaşmasını umduğun binlerce monolog geçer, harekete geçmek istersin, beceremezsin.. tam bir işkenceye dönüşür.. birinizden biri ininceye kadar, belki karşılıklı belki karşılıksız, tatlı bir işkence seansı yaşanır. sado-mazo seks gibi düşünülebilir bu. acılıdır, acıtır, daha da acıtsın istersin, yapmaya devam edersin.. budur..
bir de çok uzun zamandır görmediklerinle yaşadığın kesişmeler vardır. soru işaretleriyle doludur baştan sona.. "o muydu? öteki miydi? gidip selam vereyim mi? hatırlar mı ki? beni görmüş müdür? gördüyse tanımış mıdır? selam vermeye gelecek mi? selam versem de ne konuşucam ki? selam vermeden uzaklaşsam çaktırmadan uyanır mı duruma? sonra facebooktan bulup darlamasın 'gördün de selam vermedin' diye? selam verirsem de o çıkmazsa naparım? işim de var elimi verip de kolumu alamazsam nolur?" bu sorular kafandan geçerken birkaç kez kesişirsin, manalı bakışlar atışılır, onun gözlerinden de benzer sorular okursun ama ondan da adım gelmeyince yoluna devam edersin.. heyecanlıdır.. yeni tanıştığın biriyle asansörde sevişmek gibidir.. heyecanlı, sorularla dolu, adrenalin deposu.. böyledir..
kesişmeden kaçınanlar var bi de.. ona baktığını bilir, kesişme daveti yolladığını hisseder, tribe girip kesişmez seninle.. öyle bi noktaya bakar ki, seni gördüğünü hissettirir, cool olduğu için kesişmez seninle ama ona bakmanı ister.. ezilirsin kısa bir süre, sonra "koy g.tüne rahvan gitsin" der, işine bakarsın.. cool hatun/herif açısından mastürbasyon gibidir bu.. kesişgilisi olmadan tatmin olur, rahatlar.. budur..
kesiştikten sonra harekete geçip tanışan, sevgili olan, hatta evlenen üstatlar da yok değil.. onların önünde saygıyla eğlimekten başka yapacak bişey yok.. eğilin, eğilin ki, göz teması kurarsanız yarın çocuğu veriverir elinize.. aman diyim..

sevişmek güzeldir, kesişmekse; pahabiçilemez..




26 Eylül 2012 Çarşamba

Hepimiz İtiraf Edelim - üç

hayatımız boyunca en az bir kere;

-okulun ilk gününde:
herkes sırayla ayağa kalkıp kendini tanıtırken, sıra bize geldi ve heyecanlandık, kelimeler birbirine girdi, saçmaladık, utandık.. sonra bizden öncekiler ve sonrakiler de saçmalayınca içten içe güldük, rahatladık.
sınftakilerin birkaçı hariç herkes yaratık gibi geldi gözümüze. "hangi sirke düştüm lan ben?" diye düşündük başta.. sonra sonra alıştık da rahatladık. 1 sınıf dolusu gollumla kim okumak ister ki?
sınıftaki hemcinslerimizden biri gözümüze inanılmaz cool göründüğünden dolayı, içten içe ağzını burnunu kırmak istedik. ileride yakın arkadaşlarımızdan biri oldu cool çocuk, orası ayrı..
karşı cinsten birisi inanılmaz güzel/yakışıklı geldi bize. kısa süreli platoniğe bağladık, sonra sonra zeka seviyesini görünce kendisinden koşarak uzaklaştık..
"acaba güzel hoca var mı lan? amerikadakiler gibi sevişsek ya birden. skandal olsak sonra gazetelere çıksak.." diye düşündük sırayla derse gelen hocalarla tanışırken. gün sonunda "bu okula girdiğim güne lanet olsun" dedik, orası ayrı..
yeni bir ders alınacaksa o sene, hoca dersin içeriğini anlattıktan sonra mümkün olabilecek en aptalca soruyu biz sorduk. hoca atarlandı, sınıfta gülüşmeler oldu.. yıl sonuna doğru aynı hocanın en favori öğrencisi olduk, orası ayrı..
biz arka sıraların birinde oturup ilk günü sağ salim atlatma derdinde sakin sakin takılırken, bir sürü sınıftaş, sanki birbirlerini yıllardır tanıyormuşçasına kikiri, kakara, geyik yaptı, bir yandan sıkılarak, bir yandan imrenerek uzaktan seyrettik. "bu nasıl sosyallik seviyesidir amk, iki saniyede manita yaptı i.ne/k.ltak!!" diye içimizden küfrettik..
istisnasız her sınıfta bir kişi inek çıktı, her hocanın söylediğine katıldı, ekleme yaptı, söz aldı, konuştu, düzeltti, bildi, bildirdi.. Sınıfın geri kalanı tarafından annesinin ve ebesinin kulakları hunharca çınlatıldı..

-öyle bir pot kırdık ki, geceleri rüyamıza girdi, vicdanımızın peşini bırakmadı..

-yutamayacağımız kadar büyük bir lokma yedik. neredeyse boğulduk, bir şekilde kurtulmayı başardık.. (metafor da yaptık.. )

-öyle bir yalan söyledik ki, ağzımıza s.çtı, hayatımızı s.kertti, geçmişimizi s.kti, geleceğimizi kararttı.. toparlaması yıllar sürdü..

-vücudumuzdaki orantısızlıklar gözümüze takıldı, aynalarda çok eğlendik..

-mastürbasyon yaparken girdiğimiz şekli şemali göz önüne alıp, başkalarının mastürbasyon yaparkenki halini düşündük, önce midemiz bulandı, sonra yarıldık gülmekten..

-ebeveynlerimizin seks yaparkenki hallerini düşündük.. önce midemiz bulandı, sonra kustuk, sonrası uzun bir terapi süreci..

-bazı hayvanların sevişmelerine tanık olduk, kimisi mide bulandırırken, kimisi tahrik etti bizi.. inek memeleri... uu beybi..

-çok ciddi olmamız gereken bir dialog sırasında, karşımızdaki kişi öyle bir dil sürçmesi yaptı ki, karın kaslarımızın sebebi oldu.. höyküre höyküre gülememek içe doğru s.çırttı..

-telefonla rastgele bir numarayı arayıp saçma salak şakalar yaptık. içten içe "numaramızdan adresi bulur mu ki lan acaba?" diye de tırsmadık değil hani..

-porno izledikten sonra "geçmişi sil"meyi unuttuğumuz için, birileri "geçmişimizi s.k"ti.

-tanıdığımız bildiğimiz en ciddi, en alakasız insanı seks veya mastürbasyon yaparken hayal etmek çok eğlendirdi bizi.. notr damn'ın kamburu gibi..

-"bir organ olarak ayak" konsepti üzerine düşündük. varılan ortak sonuç; ne kadar iğrenç olduğu..

-"küstüm sana.. aramıyosun, sormuyosun hiç.." diye atarlı bir cümleyle telefon görüşmesine başlayan arkadaşımıza "bu kadar merak ettiysen, sen arayaydın ya, y.rraaam!!" diye cevabı yapıştırmak istedik.. olmadı, olamadı..

-bolca argo katkılı ve küfürlü konuşan en saygısız bir arkadaşımızın iş görüşmesine tanık olduk, şekilden şekile girdi p.zevenk.. saygı pınarı oluverdi g.tveren.. "patrona da mı küfrediyim lan .m biti?" diye isyan etti bize, düşündük, hak verdik..

-yaşadığımız bir kayıptan sonra etrafımızdaki insanların ne bize acımasını, ne durumu ajite ettiğimizi düşünmelerini istedik.. hiçbir şey değişmesin istedik, malesef çok şey değişti..

evet.. haydi hep beraber itiraf edelim..


20 Mart 2012 Salı

Babama

"

SESSİZ GİDİŞ

(Babama)


Yedi dağları dolandım

Vardığım yeri bilirim

Başım öne eğdirmedim

Verdiğim canım bilirim


Mavi kanatlıydı atım

Değerin bilen olmadı

Güneşten atlas getirdim

Eyerine çul olmadı


Doksan yaşında çınarım

Onmaz acılar bilirim

Dokuz dalım kırdırmadım

Toprağı sırdaş bilirim


Elin uzatsan değerdin

Yüreğim tutan olmadı

Gözlerim yeşil aynaydı

Dönüp bakanım olmadı


Sisler içinde can idim

Duyup görenim olmadı

Kanat takıp göğe erdim

Adımı anan olmadı


Mustafa KÜÇÜK


Ocak 2004

İstanbul


"




16 Ekim 2011 Pazar

Deli Evlenmesi

açıkça anlaşılabildiği üzere başlığın ilhamını "şair evlenmesi"nden aldım. çok yaratıcıyım..
bu yazıda, bir deli olarak, evlilik, nişan, kına, düğün, gerdek, çoluk, çocuk vesaire konulara nasıl huninin deliğinden baktığımı yazacağım. ya kısmet..
"Evlilik, sevişmek için devletten alınan resmi izindir." şeklinde iddialı bir cümleyle açılışı yapmak istiyorum. "oha, hayvan!", "ne ar kalmış, ne namus!", "sen evlenme.. çoluğun çocuğun olmasın, soyun kurusun.. p.zevenk!" şeklinde tepkiler duyuyorum.. şş.. sakin..
iki saniye arkanıza yaslanıp düşünün.. bi çift hayal edin.. evlenmek üzereler.. muhtemelen defalarca sevişmişlerdir düğün gününe kadar.. sevişmeyeni de var. olabilir. saklama kabı olarak da kullanılabilir malum şeyler.. tabi.. konudan saptım bi dakka.. heh.. hayali bi çiftimiz var. bu çiftin düğününe gelen onlarca insan, o çiftin düğün gecesi takır takır sevişeceğini bilir. kimse dile getirmese de enteresan bir gerilim vardır düğünlerde. takı takarken aklından geçen esprileri damadın yüzüne söyleyemezsin bir türlü, damat en yakın arkadaşın bile olsa.. "ben şimdi sana para takıyorum, sen de akşam geline takarsın.. mehehahah..", "sana milli forma aldım hacım, yarın sabah kargoyla gelicek... mehehe..", "tüm mermileri bu gece harcama olum.. balayına da kalsın.. meheheh".. pis pis, pişkince espriler.. hep içinizde patlar.. gelinin akrabaları ise çaktırmadan kâbus yaşar.. neden?.. açıklayayım..
"s.kmek" ve "s.kilmek" diye iki kavram var.. birinci anlamları dışında kullanıldığında birincisi kral tacı olur, ikincisi yerin dibine geçmeyi gerektiren bir çehreye bürünür.. sadece bizim toplumumuzda değil.. "I fuck" başka, "I'm fucked" başka..
bence bu ayrım tıpkı ülkemizdeki "kız-kadın" ayrımı kadar mide bulandırıcı. ama yapacak birşey yok..
gelin tarafının yaşadığı kâbus işte bu iğrenç kavram ayrımından kaynaklanıyor. biliyorlar ki biricik kızları o akşam gidici.. ama çaktırmıyorlar çünkü ayıp.. gerçekten iğrenç bir toplumuz vesselam..
nişan, kına vesaire gelenekler ise "madem evleniyoruz, neden akrabaları soyup soğana çevirmeyelim ki lan??" fikriyle ortaya atılmış delisaçmalarıdır. kına k.ça yakılır.. birinin kötülüğünü istersin, eğer gerçekleşirse "k.çına kına yak" derler adama.. budur.. yoksa "yüksek yükseeeek teepeeleeereeeeee.. " fln.. bs.ktiringidin..
kaldı ki, dünyada kapitalizm yerine anarşi olsaydı, evlilik diye birşeye ihtiyacımız olmayacaktı. çünkü sırf çocuğumuzun bir soyadı olsun, bürokratik işlerini yapabilsin, devlet hizmetlerinden faydalanabilsin diye gidip evlilik cüzdanı alıyoruz aslında.. bunu kabullenmek istemediğimiz için "evlilik" kavramına bir dünya anlam yüklüyoruz, bi romantizm katmaya çabalıyoruz fln.. how pathetic!!..
çoluk çocuğa karışma kısmı ise tam bir enayilik safhası.. resmen insan kendi rızasıyla kendi hayatından vazgeçiyor, herşeyini çocuğuna göre ayarlıyor, çocuğu için yaşamaya başlıyor.. sonra çocuk büyüyünce de "yemedim yedirdim, içmedim içirdim" diye beyhude çemkirmelere girişiyor.. e çemkirecekdiysen yapmayaydın çocuğu? çocuğu yapıyorsan kendini unutacaksın hacı. söylemediler mi sana? o çocuk kendi parasını kazanıp kendi evine taşınana kadar, sen kendin için yaşayamıycaksın moron.. çocuk evden taşınınca da zaten çok yaşlanıcaksın, hayatın tadını çıkarmak için çok yorgun olucaksın.. sonra da "bana bakmıyolar. beni sevmiyolar" diye yine çocuğuna çemkireceksin.. sonra zaten ölüp gidiceksin.. e nooldu? yandı gülüm keten helva.. o kadar hayal kur sen gençken "zengin olucam, tekne alıcam, dünyayı turlıycam, havuzlu villam olucak boğazda.. japon s.kmeden ölmicem hacı. bi de banci camping yapıcam.." diye... koy çocuğu, hayatın kararsın..
evlenmeyin arkadaş.. kimse evlenmesin. sevişin bol bol, gezin tozun, sırlarınızı paylaşın ama evlenmeyin.. kıymayın kendinize..
gidin japon s.kin abi!..

3 Ekim 2011 Pazartesi

Harikalar Diyarı

kuzeyinde
tepesinden mütemadiyen lav akan
büyülü bir yanardağ var
kıpkızıl..

güneye indikçe
tam ortasında
güneye inmeye devam eden
devasa sıradağların başlangıcının bulunduğu,
doğuya ve batıya uzanan
şerit halinde iki gür orman ..
kapkara..

her iki ormanınn
güneydeki sınırları
iki kocaman göle bakıyor..
masmavi..

ormanları ve gölleri
ortadan ayıran
kuzeyden güneye uzanmış
heybetli sıradağların bittiği yerde ise
dünyanın derinliklerine dek uzanan
derin bir mağara
ve bu mağaranın girişinin etrafında
oksitlenmiş topraklar yığını..
kıpkırmızı..

mağaranın güneyinde ise
minik, şirin bir tepe
üzerinde günbatımı izlensin diye
yaratılmışçasına
öylece duran..

...

buldum burayı sonunda
ama ne pasaportum var
ne vizem..

hayalimde yaşamaktan başka
yok çarem..

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Karalamalar - altı / öykümtrak

Çırılçıplak yürüyordum. Daha önce hiç tatmadığım zevklerin beni beklediğini bildiğim fakat nerede olduğu konusunda en ufak bir fikrimin olmadığı o meşhur mekana doğru yürüyordum. İçgüdüsel olarak parlak beyaz ışığı takip ediyordum. Ne nerede olduğum konusunda bir fikrim vardı, ne de neden oraya doğru yürüdüğüm konusunda. Sadece çırılçıplak yürüyordum. Işıktı kılavuzum.

Arada bir çok derinden ve bulanık bağırışlar duyuyordum fakat yine içgüdüsel olarak duymazdan geliyordum hepsini. Duymamam gerektiğini düşünüyordum. İçgüdülerim kontrolümü ele geçirmişti bütünüyle.

Belirli aralıklarla parlayan şimşekler bir anda yolumun başına geri gönderiyordu beni. Buradaki şimşekler, dünyadakilerin tam tersine, bir anlığına zifiri karanlığa bürüyordu her yeri. Ve karanlık çekildiğinde yolun başında buluyordum kendimi. Tam yedi kez yolculuğuma baştan başlamam gerekti. Sekizinci şimşek çaktığında ise çok yaklaşmıştım yolumun sonuna. Neredeyse üzerinde görülmemiş güzellikte işlemeler olan devasa kapıdan girmek üzereydim ki, sekizinci şimşek çakıverdi. Yine başa döneceğimi ve hiç mızmızlanmadan aynı yolu tekrar yürüyeceğimi biliyordum. Bu şimşeklerin sonu gelecekti elbet.

Sekizinci şimşeğin karanlığı çekildiğinde farklı bir yerde buldum kendimi. Bir ormandaydım. Büyülü bir orman olmalıydı burası. Devasa bir kraterin tam ortasında gibiydim. Yanı başımda kraterin tam ortasında, tek başına ayakta durmaya çalışan bir ağaç vardı. Ona en yakın ağaç en az yirmi metre uzaktaydı. Daha doğrusu yalnız ağacın yirmi metre uzağından itibaren kraterin tepesine kadar daireler halinde uzanan sık bir orman vardı. Bir beyzbol sahasının ortasında tek başına duran biri gibiydi yalnız ağaç. Ormanın sakinleri de beyzbol sahasının tribünlerini dolduran kalabalık gibi omuz omuza vermiş ortada yalnız başına topraktan suyunu, havadan oksijenini ve güneşten enerjisini almaya çalışan yalnız ağacı izliyordu. Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu çünkü hepsi çok derinlere kök salmışlardı ve hareket edemiyorlardı. Kökleri de birbirlerine dolanmıştı üstelik. Belki havada kapar da kendi üzerine yapıştırır diye arada bir birkaç yapraklarını yalnız ağaca doğru gönderiyorlardı, hepsi bu. Rüzgarın yaprakları ona ulaştırmasını dilemekten başka ellerinden birşey gelmiyordu.

Minik sincaplar, tavşanlar, geyikler, kaplumbağalar ve daha nice sevimli yaratık ise orman ile yalnız ağaç arasında mekik dokuyup yalnız ağacı ayakta tutmaya çabalıyorlardı. Onlar da yapacak birşeyleri olmadığını bildikleri halde çırpınan orman sakinlerinden bir farkları olmadığını biliyorlardı ama yine de deniyorlardı.

Sonra bir anda yalnız ağaca dönüştüm. Gözlemci olmaktan çıkıp ortadaki yalnız ağacın ta kendisi oluvermiştim. Reçinem, yapraklarım ve köklerim hortumlarla biryerlere bağlanmıştı. Minik sincaplar içinden reçinemin geçtiği hortuma devamlı olarak büyü yapıyorlardı. Yapraklarımın bağlı olduğu hortumlara devasa tekboynuzlar durmadan üflüyordu. Kentauroslar ise büyük bir panik içinde köklerimin hasarlanan kısımlarını orman meyvelerinden yaptıkları iksirlerle onarmaya çalışıyorlardı.

Gözüm hemen orman sakinlerinin arasında özellikle bir tanesini aradı. İçgüdülerim tekrar devreye girmişti. Algıda seçicilik burada da işliyor olmalıydı ki hemen bir tanesine odaklanıverdim. Diğer orman sakinlerine göre en fazla yaprağı gönderen oydu ve neredeyse benim kadar harap görünüyordu. İki büklüm olmuştu fakat en kuvvetli iki dalını dik tutmayı başarmıştı. O iki dalında ise birer orman perisi oturmaktaydı. O an sahip olduğum limitli enerjinin kaynağının bu iki orman perisi olduğunu hissettim. Beni çürüyüp yıkılmaktan koruyan onlardı, onların büyüleriydi. Yıkılmamam gerekiyordu. O orman perilerinin bunca çabası, enerjisi boşa gitmemeliydi. Dayanmalıydım.

Bu yoğun mücadele bir süre daha devam etti. Sonra bir anda gökyüzü yarıldı ve devasa bir ışık huzmesi zaten aydınlık ve parlamakta olan ormanı ışığa boğdu. Mucizevi büyüklükteki bir dişbudak ağacının silüeti sızdı gökteki yarıktan içeri.
"Benim sevgili minik kozalağım! Ormandan uzak ve yalnız başına yaşamak için daha çok erken!. Ormanın sana, senin de ormana ihtiyacınız var. Hadi, minik kozalak.. Çok bile kaldın orada yalnız başına.. Ben kudretli Yggdrasil olarak merhametli Toprak Ana'ya emrediyorum! Bu yavrucağımın diğerlerinin arasına karışmasına izin ver!. Daha içine çekebileceğin pek çok minik kozalağım var. Ama şimdi değil, bu minik kozalağım hiç değil.. Hep yaptığın gibi, yine merhamet et!!..."

...

Gözlerimi araladığımda etrafımın, gözleri bana dikili halde bekleyen beyaz önlüklü insanlarla çevrili olduğunu gördüm. Ne olup bittiğini algılayamadım uzunca bir süre fakat ilk duyduğum cümleler kulağımdan hiç çıkmadı..

"Aman tanrım! Bu bir mucize! Uyandı!!.. Hastamız komadan uyandı!!.."

...

Adımın Eski Türkçe'deki karşılığı "son" olabilirdi fakat bu benim "son"um değildi.. Uzunca bir süre de olmayacaktı..

16 Ağustos 2011 Salı

Ordinary Loser

Once upon a time
There was this guy
With a gigantic head.

He commited a crime
But since he was high
Him, the cops nailed.

He lacks even a dime
His freedom could he buy
So the sheriff said.

He paid his fine
As years passed by
Lots of tears he shed.

He tried to rhyme
"To live" and "to die"
But he failed.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Kadraj - bir

Yeni bir seriye başlıyorum bu yazıyla birlikte; Kadraj!
Nedir Kadraj? Açıklayayım efendim..
Malumunuz özellikle son yıllarda ortalık "fotoğrafçı"dan geçilmez oldu. Eline Nikon'unu alan "ben de fotoğrafçıyım zira yakın plan portreler, boş sallanan salıncaklar, karda ayak izleri veya gün batımı fotoğrafları çekiyorum." deyip sokaklara fırlıyor, bu da fotoğrafçı popülasyonunda ciddi bir artışa sebep oluyordu. Tahmin edeceğiniz gibi ben de (bir ergenlik hevesi olarak) bu artistik uğraşa eğilim gösterdim. Fakat bir problem vardı; fotoğraf çekemiyordum!!.. Kafamda milyonlarca fotoğraf karesi, elimde makina ve epeyce de boş zamanım varken neticeler(fotoğraflar) üzerine sıçmık sürülmüş, sidik suyuyla marine edilmiş kağıt parçalarından öteye gitmiyordu..
Ben de düşündüm taşındım ve "madem fotoğraf çekemiyorum, hiç olmazsa aklımdaki kareleri yazarak paylaşayım, okuyan da kadrajı kafasında canlandırsın.. İnteraktif fotoğrafçılık diye bişeymiş bu meğersem" şeklinde bir çıkarım yaptım. Fikir güzel geldi, deneyeyim dedim.
Şimdi en son aklıma gelen fotoğraf karesini tarif edeceğim, siz de okuyup kafanızda canlandıracaksınız.. Muhtemelen bi s.ke benzemeyecek zira fotoğrafçılıktan ve terimlerinden zerre anlamam ama olsun.. Göster kendini Tasvir Power!

____________________________________________

Fotoğraf siyah-beyaz, çok karanlık değil.
Işık genel olarak fotoğrafçının sağ-arkasından geliyor.
Kare boyunca uzanan bir duvar var ve karenin sağından ortasına doğru küçülmekte (perspektif). Duvarın üzerinde rastgele yapıldığı anlaşılan çentikler var (yaklaşık 7-8 tane). Her 4 dikey çentik 5. yatay çentikle bütünlenmiş. Belli ki birisi gün sayıyor.
Karenin solunda göğüslerine kadar kadrajda olan, kısa, dağınık, siyah saçlı, zayıf, çelimsiz bir simaya sahip, yüzü gözü kir-pas içinde, minik burunlu, çıkık alınlı, (üstüne düşen ışık-gölgeler sayesinde anlaşılan) kurumuş, çatlamış dudaklı bir kız var. Yüzü boncuk boncuk terlemiş. Çıplak. Görünen göğsü zayıflıktan neredeyse göğüs kafesine yapışmış. Sol eli görünmüyor, sağ elinin tırnağıyla duvara bir çentik daha atmaya çalışıyor. Tırnağından aşağıya kan damlıyor. (daha önceden açtığı çentiklerden olsa gerek) Eli, bileği, kolu kurumuş kan ile kaplı. Acı çektiği barizken, suratında acıdan eser yok. Hırs, kararlılık, yorgunluk ve umut harmanlanmış yüzünde ve gözlerinde.
____________________________________________

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Sıkıntı

Göğsünüzün tam ortasında bir sıkışıklık varsa, canınız aynı anda hem bir sürü şey yapmak, hem de hiçbir şey yapmamak istiyorsa, lüzumsuz atıştırmalıklar ardı ardına mideye indiriliyorsa, zamanınızı boş boş uzanarak, tv izleyerek, bilgisayarda salakça oyunlar oynayarak, facebook sayfanızı güncelleyip durarak geçiriyorsanız, siz de benim gibi sıkılmışsınız demektir.
"Sen portakal mısın?" sorusu, "sıkıldım" yakarışına verilen en yaygın ve en salakça espri olma özelliğini koruyor. Ne zaman sıkıldığınızı belirtseniz, bu soruyla sizi iyice hayata küstüren şirin bir arkadaşınız yanınızdadır. O anda sıkıntınızı gidermenin en iyi yolu, bu soruyu yönelten patlıcana sağlı sollu sillelerle girişmek olabilir. (sağlı sollu sille... güzeeell..) Bu 3S (!) kuralı, hayatın farklı alanlarında da mevcuttur.. 3S candır, her zaman haklıdır.. Sıkılma yakarışınızı eğer bilgisayar kurtlarının yanında yaptıysanız "istersen 'unzip'liyim seni" şeklinde bir geri dönüşü olur ki bu cümle daha da ağzına vurulasıdır. İtinayla tokatlanır..
Sıkılma yakarışınıza en ölümcül darbeyle yaklaşanlar ise, her zaman olduğu gibi, ebeveynlerdir.. (ebeveyn ne lan.. sanki boleyn kızı ebemmiş te benim de ebemle "ciciş"li bi ilişkim varmış gibi..) Bu fatal dialog şu şekilde tecelli eder:
-Anneeee... Sıkıldııııımmm.. -Sıkıldıysan git kitap oku yavrum.. !!!
Uzun ve sıkıcı yaz günlerinde evde pinekleyen çocukların karabasanıdır bu cümle.. Onlarca nesli kitap okumaktan soğutmuştur.. Kitap okurken canı sıkılan insanlar türemiştir bu cümle yüzünden.. Kitap okumayı sıkıntı giderici bir eylem olarak tanıtan tüm ebeveynler (bak yine... töbe töbe...) azalarak bitsin! ("azalarak bitsin" için bkz: vedat özdemiroğlu) Hatta hemen bitsin..
"Ergen Sıkkın" ise tam bir dramdır.. Sıkıldıkça çavuşu tokatlayan veya fitifiti yapan ergenler yüzünden tuvalet kağıdı üreticileri bayram etmişlerdir her yıl.. Hatta bu ergenlerden biri zamanında sıkılıp tokatladığı çavuşunun özünü bir peçeteye aktarıp (oha osbirin tasvirine gel..) yıllar boyu sakladıktan sonra bir sergisinde sanat eseri olarak sergilemiştir. (bkz: Bedri Baykam)
Sıkıldığınızı belirtmenin bir de yazılı yöntemi vardır. SMS ile bir arkadaşınıza sıkıldığınızı ve buluşmak istediğinizi yazmak istersiniz.. Sonuç trajiktir.. "slm nbr? çok sikildim. buluşalim mi?"..
Sikildim mi? Kızıl Ordu Korosu gibi.. "oynama şikidim şikidim.." tam bir dram..
İnanın şunları yazarken bile içim sıkıldı.. Okurken ne hale geleceksiniz merak ediyorum.. Çünkü sıkıntı esnemek gibidir.. Birisi esnerse, yanındakiler de esner.. Hatta yapılan bilimsel araştırmalara göre içinde esnemekle ilgili şeyler bulunan bir yazı okumak, esneyen insanların bulunduğu bir video izlemek bile esnememize sebep olur.. (ooo.. bilimsel de konuşurmuş bizimkisi.. daly.rağa bak hele..) Bence sıkılmak da böyle.. Sizi "Ben Kendim ve Sıkıntı" ile başbaşa bırakıp, "sıktırıp" gidiyorum efendim.. Neş'eniz bol olsun..

Ben Kendim ve Sıkıntı
Eskiden, evde bilgisayar ve internet yokken, gerizekalıca hareketlerle evin bir köşesinden diğer köşesine koşuşturur, kendimce oyunlar icat ederdim. Çocukken sıkıntı gidermek daha kolaydı; zira sümüğümle oynarken bile eğleniyordum. Ama büyüdükçe işler değişti.. Sümük yetmez oldu.. Başka vücut sıvılarına yönelim gözlemlendi (kendini gözetleyen adam..). Derken ergenlik geldi, çavuşla tanışıldı, yeri geldi tartışıldı, yeri geldi bana kafa tuttu (oha!), yeri geldi tokadı yedi.. Sonra gençlik başladı.. İnternet ve bilgisayarla birlikte kendi vücuduma olan ilgim azaldı, başkalarının (thank you uncle Hugh Hefner) vücutlarıyla ilgilenmeye başladım. Sonra sanal alemler girdi hayatıma. Bilgisayar oyunları, internet siteleri, chat, msn, facebook, blogger derken gerçek dünyadaki sıkıntı giderici aktivitelerden uzaklaşır oldum. Artık mahallede top oynamaya inmiyordum. Veya basketbol oynamak için her akşamüstü gittiğim sahile haftada bir gider olmuştum. Arkadaşlarımla buluşmaya da üşeniyordum fazlasıyla çünkü zaten mesele evden çıkmaktı, ve benim kıçımı kaldıracak enerjim yoktu.. En son bir bisiklet sevdası başladı.. Son zamanlarda yaptığım en akıllıca iş gidip bir bisiklet almak oldu kanımca. Evet evden çıkmaya üşeniyorum fakat bisiklete bindikten sonrası o kadar keyifli ki, evden çıkmayı, bisikleti merdivenlerden üç kat indirip çıkarmayı hatta saatlerce bisiklet sürmenin verdiği yorgunluğu bile göze alabiliyorum..
Gel gör ki yaz sıcağında geceleri bisikletle takılmak dışında gündüzleri yapılabilecek çok fazla şey yok. Piyano çalışmaktan arda kalan vaktimi Eurosport ve Eurosport 2'de enteresan (çoğu zaman saçma) sporları izleyerek harcıyorum. Çünkü sıkılıyorum. Avustralya futbolu ligi maçları, "worlds strongest man" yarışmaları, oduncu yarışmaları, bayanlar kayaklı koşu parkurları, bilek güreşi müsabakaları, gündüz vakitlerimin eşlikçileri konumunda.. Arada "galatasaray transfer yapmış mı" diye ntvspor'a, güzel dizi varmı diye cnbc-e ve e2'ye, "atıştırılacak bişeyler var mı" diye buzdolabına ve oynanacak aptalca oyunlar var mı diye laptopuma göz atmıyor değilim.. Yine de sıkıntı tatavasının iki mememin ortasında kanırttığı mekanını genişletmesine engel olamıyorum..
Sıkıntı konusundan biraz bağımsız olarak, bütün kış boyunca facebook profillerinden "nerdesin yaaazz gel artıkk.. içimizi ısııııtt.. deniiiiizzz.. güneeşşşş...!!" diye yakaran arkadaşlara gelsin: "kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime.." Eriyoruum laaann!!..
Velhasılıkelam (böyle mi yazılıyo lan bu?), içim sıkıldı hacı.. Paylaşayım istedim (çok da s.kindeydi..) Böyle eğlendirikli güldürüklü bişeyler yapası olan varsa ses etsin, zira eğer iyi bir çocuk olursanız Ozan'ı evinin dışında bile görebilirsiniz (şirinler candır..)
Siyu!!..